Eğitim Müziği ve İzmir
“Eğitim müziği” ya da "çocuklar için müzik", ülkemizin eğitim politikası ve sisteminde ciddi bir şekilde yer alması gereken; hem "eğitim" hem “çocuk” hem de “müzik” konularını içeren önemli bir kavramdır. Bu iki sözcüğün başına bir de “İzmir”i eklersek bu yazının kapsamı başlı başına bir kitap olacak kadar genişler
Yazı: Yaşar ÜRÜK
İzmir, 8500 yıllık yerleşime sahip bir şehirdir. Dolayısıyla yeryüzünün en eski şehirlerinden biridir ve geçmişi boyunca nice uygarlığın sahnesi olmuştur. İzmir’in, tarih boyunca bağrında yaşattığı uygarlıklar da hep “önemli” olmuş, bu şehirde asla “sıradan” bir uygarlık yaşamamıştır. Öyle olmasaydı, İzmir şehri zaten varlığını binlerce yıldır sürdüremezdi. Uygarlık, yalnız “silahsal” değil, “kültürel” anlamda da “güçlü” olmayı gerektirir. Uygarlıklar kültürel anlamda da güçlü oldukları oranda yaşarlar. İzmir, bu konuda da lider bir şehirdir. Yeryüzünde “uygarlık mirasına” sahip en önemli şehirler arasındadır. Bu uygarlıkların tamamında da “müzik” tarih boyunca önemli yer almış; ilkçağdan bu yana İzmir şehri ve Ege Bölgesi müzik sanatının da beşiği olmuştur.
Sanatla bu kadar iç içe yaşamış bir şehirde, çocukların müzikle buluşmalarını da şöyle özetleyebiliriz:
İlk çağ İzmir’inde müzik önem verilen bir sanat dalıdır. Dünyanın en önemli buğday pazarlarından biri olan şehirdeki “atölye” sistemi ile çalışan okullarda önemli müzik öğretmenleri vardır. Bunlardan birisi de Femius’tur. Femius, başka açıdan da İzmir için önemli bir kişidir. Homeros olarak bildiğimiz Melesigene’nin annesi Critheis ile evlidir. Yani Homeros’un üvey babasıdır. İzmirli çocuklara ders veren Femius, yalnızca müzik değil, bir çok dersin öğretmenidir. Ancak müzik alanında şehirdeki en başarılı öğretmendir. Küçük yaştaki oğlu Homeros ile yanında çalışan Critheis’e aşık olup da evlenmek istediğinde; genç kadına verdiği en önemli söz “Evlenmeyi kabul ederse Homeros’u manevi evlat olarak alacağı ve onu eğiteceği”dir. Femius bu küçük Melesigene’deki yeteneği görmüş ve bu sözü boş yere vermemiştir. Sonuçta çocuk hem manevi babası hem de öğretmeni Femius’un emeğini boşa çıkarmaz ve arkadaşlarından daha başarılı bir öğrenci olur. Bir zaman sonra ölen Femius, tüm servetini genç Melesigene’ye bırakır. Okulun başına geçen Melesigene verdiği derslerle kısa zamanda yalnız hemşehrileri arasında değil, İzmir’e dışarıdan gelenler arasında da büyük ün yapar. Bu öğretmenliği de, kendisini dinlemeye gelenler arasında tanıdığı Mentes adlı bir kaptanın önerisiyle okulunu kapatıp, yeni ufuklara yelken açmasıyla sona erer. Artık Melesigenes İzmir’i ve kenarında doğduğu Meles çayını geride bırakmıştır. Ta ki yıllar sonra Homeros adıyla ünlenmiş, ama görme özürlü bir ozan olarak yeniden İzmir’e dönüşüne kadar.
Bizans, şövalyeler ve Selçuklular dönemlerinde şehirdeki müzik yaşantısı bu toplumların geleneksek müzik anlayışından farklılık göstermediği ve şehre özel çok önemli ayrıntılar bulunmadığı için sözü fazla uzatmadan bu dönemleri geçiyoruz.
“Laternalar Şehri”
XVII. yüzyıl başlarından itibaren, yörenin zengin kaynakları Batı’nın gözünü İzmir’e çevirmesine ve iki yüzyıl içinde İzmir'i Levanten kültürün en önemli şehri haline getirmesine neden olur. Ülkemiz toprakları üzerinde “Batılı anlamda” ilk tiyatro olayı 1675 yılında İzmir’de, Fransız azınlığın sahnelediği temsil ile görülür. 1780’li yıllarda Antoine Murat’ın geldiği bilinen İzmir’de ilk müzik topluluğu 1820’lerin sonunda görülür. Sultan II. Mahmut'un 15 Haziran 1826 tarihinde Yeniçeri Ocağını kaldırıp, Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı modern askeri örgütlenmeyi kurmasının devamında yapımı gerçekleştirilen Sarı Kışla’nın, İzmir’e getirdiği yeniliklerden biri günümüzdeki anlamda bir Garnizon Mızıkası’dır.
İzmir’de müzik hareketleri, “Tanzimat Dönemi” olarak bildiğimiz 1839 - 1876 yılları arasındaoldukça hareketlenir. 1839 yılında, Bosco'nun (1839’da İstanbul’da yerleşik bir tiyatro kuran İtalyan tiyatro sanatçısı ve illüzyonist) İstanbul'dan gelip temsiller vermesi ile başlayan sanat olayları yanı sıra, İzmir’in sanat dünyasına İzmirli sanatçıları armağan etmeye başlaması da bu dönemde görülür. 1849 yılında doğan Mehmet Şevket Efendi bunun ilk örneği olacak ve müzik tarihinde evrensel çizgide ilk Türk piyanisti olarak yerini alacaktır. Mehmet Efendi’den sonraki ikinci önemli piyanist, 1864 yılı İzmir doğumlu Stephan Elmas’tır. 15 yaşında iken Liszt’in yanına giderek ders almaya başlayan Elmas, sonraları Viyana’da eğitim görüp besteleri ile de ünlenir. Öte yandan her geçen gün artan Levanten nüfusun, özellikle tiyatro salonları ile başlayan sanat mekânları yaratma çabası, konser salonları örnekleriyle de kendisini gösterir. Üstelik yaratılan mekânlar Avrupa’daki benzerleri kadar niteliklidir. İzmir’de müzik ve eğlence yaşamı o kadar renklenmiştir ki, 1870’li yıllarda tüm dünyada “Laternalar Şehri” olarak anılmaktadır.
1876 ile 1908 yılları arasındaki Birinci Meşrutiyet Dönemi’nde, İzmir’deki müzik hareketleri o güne kadar gösterdiği gelişim çizgisinde doruk noktasına ulaşır. 1877 yılında İstanbul’da “Macar Tevfik” adıyla sarayda piyano öğretmenliğine başlayan Venedikli Alessandro Voltan’ın, 1879 yılında çıktığı bir deniz yolculuğunda görüp çok beğendiği İzmir’e yerleşmesi, âdeta bir dönüm noktası olur. İzmir doğumlu üçüncü ünlü çağdaş müzik adamımız Veli Efendi’dir. 1881 yılı doğumlu Veli Efendi, sonraları Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası’nın da ilk yöneticisi olacak olan, ünlü ozan Orhan Veli’nin de babası Veli Kanık’tır. Öte yandan İzmir şehri azınlıklara mensup başka ünlü müzik adamlarının da doğduğu yer olmuştur. Bunlara verebileceğimiz en iyi örnek, 1883 yılı doğumlu ünlü Yunanlı besteci ve piyanist Kalomiris’tir.
İzmir Sanayi Mektebi
Bazı Levanten okullarda verilen müzik derslerini bu yazı için önemli saymazsak, İzmir’de müzik sanatının “okullu” hale gelmesi, günümüzde Mithat Paşa Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi adıyla bildiğimiz “Islâhhane”nin kurulması ile gerçekleşir. Daha sonraları “Sanayi Mektebi” olarak anılacak olan bu okulların Mithat Paşa tarafından Niş’te açılan ilkini, sonraları Rusçuk, Halep, Selânik ve İstanbul’daki benzerlerinin açılması izler. Bu satırların yazarının büyük dedesinin de Selanik’te eğitim vereninden mezun olduğu “Islâhhane”lerin, işlevleri açısından günümüzdeki “Islah Evi” kavramı ile herhangi bir benzer yanı yoktur. Bulunduğu yörenin sanayi hayatına da katkıda bulunması düşünülerek, normal eğitimin yanı sıra öğrencilere bir “zanaat” da öğreten özel yapılı okullardır. Bu okulların belirgin niteliklerinden biri de öğrencilerinin genel olarak öksüz çocuklardan seçilmeleridir. İzmir Islâhhane'si 1868 yılında kurulur. Okul binası yapılmadan önce söz konusu alanda, o dönemdeki adıyla “İzmir Sahil Sıhhiye Karantina Tahaffuzhaneleri” vardır. Yani günümüzdeki adıyla bunlar karantina binalarıdır. Bu nedenle bu binaların en yakınındaki semt Karantina olarak anılmıştır. Islâhhanenin açılması kararlaştırıldığında bu binalar Urla İskele’deki adaya nakledilir ve boşaltılan pavyonlarda yüz elli öğrenci ile eğitime başlanır. Urla İskele’deki adaya da o tarihten itibaren Karantina Adası denir.
Günümüzde Mithat Paşa Caddesi üzerinde bulunan büyük binanın inşasına ise “Mekteb-i Sultânî” (lise) binası olarak başlanır, ancak 1881 yılında tamamlandıktan sonra öğrenci ve ödenek yokluğu nedeniyle bir zaman kapalı kalsa da, Sultan Abdülhamit’in özel izni ile 1882 yılında “Hamidiye Sanayi Mektebi” olarak açılır. Okul yeni binaya taşındıktan sonra uygulamalı derslere “Halıcılık”, “Demircilik”, “Dökümcülük”, “Terzilik” ve “Matbaacılık” eklenir. Islâhhaneler, varlıklarını açıldıkları her şehirde halkın bağışlarıyla sürdürmektedir. Bu İzmir’de de böyle olur. Okul, 1890 yılına gelindiğinde kadrosundaki 1 Müdür, 1 İdare Memuru, 13 Öğretmen, 14 Usta ve 257 öğrencisi ile zamanındaki adıyla Aydın Vilâyetinin öğretmen sayısı en çok olan okuludur. 1896 yılında kuramsal derslere “Arapça”, “Farsça”, “Türkçe”, “Hendese” (geometri), “Tarih” ve “Coğrafya” eklenir. 1897 yılında, “parasız-yatılı” öğrenci kadrosu 200’e çıkarılır ve 1890’ların sonunda beş yıllık eğitim veren okulun Türk, Rum ve Yahudilerden oluşan öğrenci sayısı 300’ü bulur. Okula gelir için tahsis edilmiş olan birkaç han, otuz kadar dükkân ve mağaza, bir çiftliğin yarı hissesi ile Balçova’daki ılıca ve Belediye gelirlerinin %2’si harcamaları karşılamaya yetmediği için, zamanın İzmir Valisi Mehmet Kâmil Paşa hükümetten izin alarak bir piyango düzenler ve buradan gelen kazanç ile hem okulun harcamaları karşılanır, hem de Guraba Hastanesi’nin (günümüzün Devlet Hastanesi) eksiklerinin tamamlanması sağlanır. Sık aralıklarla yinelenen İzmir Sanayi Mektebi piyangosu, günümüzdeki Milli Piyango’nun çıkış noktası olur. Düzenlenen ilk piyangonun geliri okulun bütçesinde rahatlama sağladığı için, Viyana’dan Victor Callea adlı bir müzisyen getirtilerek 80 öğrencilik Sanayi Mektebi Bandosu kurulur. Ayrıca, verilen derslere “Fransızca” da eklenir. Islâhhane, bu bandosu ve öğrencileri ile İzmir müzik hayatında bir başka önemli dönüm noktası olur.
İsmail Zühtü Efendi ve bandosu
1888 yılında, “Sanayi Mektebi Mızıkahanesi” ve buna bağlı çalışan bandonun kurulduğu ilk yıldaki en önemli öğrencisi, “Kuşçuoğlu” İsmail Zühtü Efendi’dir. 1877 yılında, günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos kasabasında doğan Kuşçuoğlu nalbant Ahmet Ağa oğlu İsmail Zühtü, küçük yaşta babasını kaybeder. Annesi ile birlikte 1887 yılında Tire’ye göç eden İsmail Zühtü, bir gün sokakta gördüğü kordonlu ve süslü elbiseler giymiş öğrencilere imrenir. Sanayi Okulu bando öğrencileri olduklarını öğrenince oraya yazılmak isteği ile annesini ikna eder. Araya girenlerin yardımıyla da İzmir'e getirilir ve istediği okula yazılır. “Terzilik” bölümüne verilirse de okuldan atılmayı göze alarak buna karşı çıkar ve müzik eğitimi verilmesini ister. Kısa zaman sonra isteği kabul edilir ve Macar Tevfik'ten “piyano”, “nazariyat”, “armoni” dersleriyle, Santo Şikâri adlı bir başka ünlü İzmirli müzisyenden “alaturka” dersleri almaya başlar. Kuruluşundan kısa zaman sonra Sanayi Bandosu İzmir’in en önemli müzik grubu haline gelir. İsmail Zühtü’nün “büğlü” çaldığı bando Gymnasie Club’dan, Fransız Konsolosluğu bahçesine; İzmir’deki hemen tüm okul törenlerinden, her türlü resmi karşılamada çalmaya çağrılan tek topluluktur. 1891 yılında İstanbul’a çağrılan topluluk Padişah tarafından da madalya ile ödüllendirilir.
Sanayi Mektebi'nde eğitim gören ikinci ünlü, yukarıda sözünü ettiğimiz Veli (Kanık) Efendidir. 1891 yılında okula kayıt olan Veli Efendinin yanı sıra bir başka önemli müzik adamımız, 1885 yılı Kırkağaç doğumlu Ahmet Yekta (Madran) Efendi de kısa zaman sonra okulun öğrencileri arasına katılır. 1890’lı yıllar İzmir’de müzik hareketlerinin artık oldukça yoğun geçtiği bir dönemdir. Konser sezonu içinde sürekli program yoğunluğu göze çarparken, yaz aylarında bu dinletiler o dönemlerde çok sayıda bulunan “bahçe”lere taşmaktadır. Müzik sanatı artık alt yapısını ve ticari sistemini de kusursuz hale getirmiştir. Gazetelerdeki küçük ilanlar arasında “Piyano akortçuları” oldukça sık göze çarpmaktadır; Avrupa’daki benzerlerinden hiç de geri kalmayan müzik mağazaları her tür çalgıyı satmaktadır. Osmanlı toprakları içinde İstanbul’dan sonra en çok müzik öğretmeni bulunan şehir İzmir’dir. Dönemin en kusursuz çalgısı kabul edilen “org” bulunan kilise ve okulların sayısı bir düzinenin üzerindedir. Günümüzde Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonu sahnesinde bulunan muhteşem org bile, o dönemlerde İzmir’de bir malikânenin salonunu süslemektedir.
İşte böyle canlı bir müzik ortamının yaşandığı İzmir’de, İsmail Zühtü Efendi 1896 yılında Sanayi Mektebi’nden mezun olur ve okulda yardımcı öğretmen olarak görevlendirilir. Aynı yıllar İzmir sanat yaşamına ileride çok ünlü olacak bir başka Avrupalı da katılır. Bu kişi, babası o yıllarda İzmir Fransız Postaları Müdürü olan Eugène Borrel’dir. Paris’e gitmeden önce geldiği İzmir’de 1898 yılı Mart ayında ölen besteci Dikran Çuhacıyan için şehirde oldukça heyecan yaratan ve eşi görülmemiş bir cenaze töreni düzenlenir. Toprağa verildiği Ermeni Mezarlığında, 1903 yılında başucuna yapılan mermer büstü daha sonraları çalınarak Ermenistan’a götürülür ve Erivan Konservatuvarı girişine konulur. Bu yıllarda, İzmir Rum Kilisesi Baş Hanendesi Misaelidi ile 1900 yılında kurulan İzmir Filarmonisi Derneği (Günümüzdeki adaşı ile ilgisi yoktur) oldukça yoğun müzik çalışmaları yapmaktadır. Öte yandan İsmail Zühtü, 1901 yılında Menba-ı Füyuzat Hususi Mektebi Müdür Yardımcısı ve aynı zamanda arkadaşı olan Celâl Bey'den ücretsiz vokal dersi vermeyi talep eder ve bu derslere başlar. Sonraları “Saygın” soy adını alacak ve İzmir Milli Kütüphane’nin ilk müdürü olacak olan Celâl Bey, 1907 yılında doğacak olan Ahmet Adnan (Saygun)’ın da babasıdır.
Derken ülkenin sorunlarının artmaya başlaması ile birlikte İzmir müzik yaşamında da işler “ters gitmeye” başlar. 1903 yılında bir velinin şikâyeti üzerine İsmail Zühtü’nün verdiği “Çok Sesli Vokal” dersi kaldırılır. 1906 yılında Ahmet Yekta sürgün olarak Kıbrıs’a gönderilirken aynı sıkıntıyı bir yıl sonra İsmail Zühtü yaşar. İzmir’e uğrayan bir İngiliz filosu amiraline, dostluk amacı ile yazdığı bir marşı sunması İstanbul’a jurnallenir ve bu nedenle Sanayi Mektebi öğretmeni olarak Ankara’ya sürgüne gönderilir.
Ancak 1908 Meşrutiyet’i ile başlayan ve 1919’da İzmir’in işgaline kadar sürecek yeni bir dönem, başlangıçta biraz olsun ümit verir. Önce Ahmet Yekta, ardından İsmail Zühtü sürgünden dönerler. Ahmet Yekta İstanbul’a yerleşirken, artık Sanayi Bandosu’nun başına getirilmiş olan İsmail Zühtü, sistemli çalışmasıyla bu ekibi o günün oldukça kısıtlı olanakları içinde ülkenin en iyi bandosu haline getirmeyi başarır. Bu nedenle, 1909 yılında Avrupa seyahatinden dönmekte olan Sultan Reşat'ı karşılamak için İsmail Zühtü ve bandosu görevlendirilir. Bandosu ile birlikte Selanik'e giden İsmail Zühtü, burada özel olarak Selanik Marşı’nı besteler ve marşı çok beğenen Sultan Reşat kendisine nişan verir. Aynı yılın sonuna doğru bir kurulla birlikte görevli olarak Avusturya-Macaristan'a giden İsmail Zühtü'yü burada bir sürpriz beklemektedir. Avusturyalılar Selanik Konsolosları aracılığı ile marşın notasını getirtmişler ve konuklarını İsmail Zühtü'nün marşıyla karşılamışlardır.
İzmir'de çok sesli müzik eğitimi
İzmir’de oldukça yaygın olan evrensel müzik alışkanlığında İsmail Zühtü'nün büyük rolü vardır. Balkan Savaşının bitiminde, İzmir’in önde gelen kişileri tarafından öğrenime açılmış bulunan İttihat ve Terakki okulunun, batıya dönük pencerelerinden birisi de çok sesli müzik eğitimi işidir. Arap Fırını sokağında bir binada (daha sonraları Dumlupınar İlkokulu olarak kullanılmıştır) kurulan okulun eğitim kadrosunda Saraçoğlu Şükrü, Salih Zeki, maiyet memuru İzzet, Anadolu gazetesi sahibi ve başyazarı Haydar Rüştü, eski mebuslardan Rodoslu Enver, Profesör Veli gibi çok değerli insanlar vardır. Bu kadro, okuldaki diğer dersler gibi müzik eğitiminde de reformist bir tavır içine girerek kendilerine en uygun eğiticiyi aramaya başlar. İsmail Zühtü'yü keşfetmeleri de fazla zaman almaz. Görevlendirdikleri arkadaşları Turgut (Türkoğlu) Bey, ne yapıp eder ve bu işe pek de gönüllü olmayan sanatçının öğretmenlik yapmayı kabullenmesini sağlar. Sonuç olarak mektebin bütün sınıflarında müzik vokal dersi okunmaya başlar. Yaklaşık bir yıl içinde de 80-100 öğrencilik koro dört sesli eserleri rahatlıkla seslendirmeye başlar. O tarihlerde İzmir'i ziyaret etmekte olan Alman generali Liman von Sanders şerefine, İzmir Valisi Rahmi Bey tarafından bir spor şenliği düzenlenir. Paradiso'da (bugünkü Şirinyer) düzenlenen bu şenliğe, korosu ile birlikte İsmail Zühtü de çağrılır. Spor gösterilerinin izlendiği salonun dışındaki taraçada yerini alan koro, henüz ilk parçasını seslendirmeye başlar başlamaz, hemen dışarıya fırlayan konuklar ne gördüklerine ne de kulaklarına inanamazlar. Hepsi oldukça şaşırmıştır. Ne öğrencilerin ne de öğretmenlerinin Türk olduğuna bir türlü inanmak istemezler. Bu şaşkınlık, minik koro dinletisi sonunda yerini oldukça hararetli alkışlara bırakırken, zamanın İzmir National Kolej Müdürü McMahlen, Turgut Bey’e gıpta ile şunları söyler:
- Bu ders için Londra'dan özel olarak öğretmen getirttiğim halde, itiraf ederim ki İsmail Zühtü başarısına erişemedim.
Bu arada, Avrupa’da patlayan savaş ülkeyi büyük sıkıntılara sokar. Bu dönemde, yine de azınlıklara ve yabancı olsa bile müzisyenlere asla kötü davranılmamaktadır. Bu konuda çok ilginç bir örnek yine İzmir’de yaşanır. Türk semtlerinin, körfez ağzında demirleyen yabancı savaş gemileri tarafından topa tutulmasına “önlem” olarak, yabancı uyrukluların Türk semtlerine yerleştirilmesi işi sırasında, günün valisi Rahmi Bey, senfoni orkestrasında çalan yabancılara ilişilmemesi için talimat verir. Ancak, arada güzel şeyler de olmuyor değildir. 1917 yılı Nisan ayında (belki de ülkemizde bir ilk) ilginç bir “Çocuk tiyatrosu” örneği, “Popees” adlı bir çocuk revüsü ile verilir.
Savaş yılları
1919 yılı Mayıs ayından, 1922 yılı Eylül ayına kadar üç yıl, üç ay, üç gün süren işgal İzmir’de çok şey gibi sanatsal yaşamın da bir anlamda felce uğramasına neden olur. Başlangıçta faaliyetlerini sürdürmelerine izin verilecekmiş gibi davranılan hemen tüm Türk eğitim kurumları ardı ardına kapatılır. İsmail Zühtü, Eskişehir’e kaçarak Kuvva-i Milliye’ye katılır. Artık değeri bilinen bir bando şefi olduğu için de öncelikle “Garp Cephesi Karargâhı Bandosu Şefi” olarak görevlendirilir. Ayrıca, Eskişehir Öğretmen Okulu ve Eskişehir Sultanisi'nde müzik öğretmenliği görevi de verilir. Bu arada, mezun olduğu ve “Müzik eğitimi” açısından İzmir’de çok önemli bir okul olan İttihat ve Terakki Numune Mektebi Yunanlılarca kapatılan Ahmet Adnan, 1921 yılında Rosati’den piyano dersi almaya başlar. Öte yandan İsmail Zühtü, TBMM’nin açtığı yarışmada birinci seçilerek, “İstiklâl Marşı” olarak bestelenmesi kararlaştırılan Mehmet Akif'in şiirini de besteler ve bununla ilgili olarak açılan yarışmaya Ahmet Yekta ile katılan on altı besteciden biri olur. Ancak, savaşın değişik boyutlar göstermesi bu yarışmanın sonuçlanmasını engeller. Marşların büyük bölümü, bestecilerinin yaşadıkları yörelerde söylenmeye başlar. İsmail Zühtü'nün bestesi, Zeki (Üngör) ve Ali Rıfat (Çağatay) Beylerin besteleri ile birlikte en çok yayılan ve söylenen üç besteden biri olur. İsmail Zühtü, sonraları Ankara’ya çağrılır ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Bandosu şefi olur. Ama burada da uzun kalamaz. Cephedeki kritik durum nedeniyle TBMM'nin çalışmalarına ara vermesi bando çalışmasının da durmasına neden olur. Ankara'nın da tehlike içinde bulunması nedeniyle verilen bir emirle, İsmail Zühtü ve öğrencilerinin Kastamonu'ya gitmeleri istenir. Giderler ve Sakarya zaferine kadar da orada kalırlar.
İsmail Zühtü'deki İzmir sevgisi, Kurtuluş Savaşı boyunca hiç azalmadan sürüp gider. Çünkü, İzmir onun için hem eşi ve çocuklarının, hem de ayrı oluşunun en az ailesinin ayrılığı kadar burun direğinin sızlamasına neden olan İzmir’e “özlem” demektir. Ankara'daki günlerinde kendisine “Üstat, nasılsın?” diye soranlara, önce “Ölmedik daha” cevabını yapıştırır; kısa bir soluktan sonra da asıl söylemek istediğini ekler: “İzmir'in alındığını görmeden ölmek istemiyorum!” Gerçekten de İsmail Zühtü bu isteğinin gerçekleştiğini görmeden ölmez. 9 Eylül 1922 günü, İzmir'in kurtulduğu haberi Ankara'ya tez elden ulaşır ve besteci süratle hazırlıklarını tamamlayarak Eylül ortalarında İzmir'e döner.
Genç Cumhuriyet’in inançlı ve kararlı gençleri
İzmir’in kurtuluşundan üç gün sonra çıkan büyük yangın, sadece şehrin yarısını değil, İzmir’in özelliğini oluşturan karma kültürün de yanarak yok olmasına neden olur. Artık ne laternalar ne piyanolar ne de her tür çalgı ve notanın bulunduğu müzik mağazaları yoktur. Ama, onların yerine yeni bir heyecan vardır; Genç Cumhuriyet’in inançlı ve kararlı gençleri. 1923 yılında Turgut (Türkoğlu) Bey ve İsmail Zühtü, işbirliği ile “Musiki Yurdu” adında bir topluluk oluşturur. İzmir’in müzik alanında ciddi çalışmalar yapan gençlerden oluşan toplulukta, aynı yıl Macar Tevfik’ten piyano dersleri almaya başlayan Adnan (Saygun) Bey de vardır. Topluluk, yorucu bir savaştan yeni çıkmış olmanın getirdiği olanaksızlıklarla da boğuşarak, uzun bir hazırlık döneminden sonra ilk konserini 1924 yılı Mayıs ayında gerçekleştirir. Bu konserden kısa zaman önce İhsan (Hınçer) Bey yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Mızıkası da İzmirlilere konserler verir.
İsmail Zühtü, bu günleri çok sevdiği İzmir’de sakin bir biçimde geçirmektedir. Henüz şapka devriminin yaşanılmamış olmasına karşın, Turan semtindeki evinin bahçesiyle uğraştığı zamanlar, başına geniş kenarlı bir Panama şapka giymekte ve şehirdeki hemen bütün orta dereceli okullarda ders vermektedir. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Vasıf (Çınar) Bey, 1924 yılı ilkbaharında gönderdiği bir emirle İsmail Zühtü'yü Ankara'ya çağırır. Genç Türkiye Cumhuriyeti, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da atılım içindedir. Bu nedenle bir “Müzik eğitimi komisyonu kurulması ve konusunda kararlar vermesi” kararlaştırılmıştır. İşte bu komisyonun başkanlığına da İsmail Zühtü atanır. Komisyonun ilk görevi de, okul öğrencileri için Cumhuriyet tarihinin ilk şarkı kitabının şarkılarının seçilerek hazırlanmasını sağlamaktır. Komisyonun diğer üyeleri Zeki (Üngör), Halil Bedii (Yönetken) ve Mesut Cemil (Tel) Beylerdir. Komisyon, yurdun hemen her yanından gelen şarkıları inceleyip, değerlendirmektedir. Bir gün, Batı illerinden gelen bir melodi ilgilerini çeker. Bunun üzerine İsmail Zühtü, birkaç dakika içinde bu melodiyi ustaca armonize eder ve piyanoda da bizzat seslendirir. İcrayı ve eserin yeni halini hayranlıkla dinleyen Mesut ve Halil Bedii Beyler heyecanla bağırırlar:
- Siz, Türkiye'nin Moussorgsky'si, Borodine'i, Glinka'sısınız. Yeni sanat anlayışının önderisiniz.
İsmail Zühtü, bu övgü dolu sözler karşısında mütevazılığını bozmadan cevap verir:
- Ben, müzik ve sanat eğitiminde her yeniliğin okul çağından başlayacağına inanmaktayım. Gençliği bu yola çevirmek gerekir. Yolunu bulmuş bir sanat adayı, bu isimlerini saydığınız müzikçilerin çok üstünde değerli eserler verecektir. Benim bütün çabam, okulları ilahilerden, tekke müziğinin hareketsiz, monoton ve tek çizgili şeklinden kurtarıp halk müziğine yöneltmek ve çok sesli müzik dünyasına çevirmektir. Yeni müzik eğitimi sistemimiz bu olmalıdır. Halk müziğimizin çok zengin kaynaklarından yararlanmak, ilerinin sanatçısını yakından ilgilendirmelidir. Batı tekniği eşliğinde ve mutlaka halk müziği kaynaklarından esinlenmiş yeni çağ müziğini yaratmak... İşte benim düşüncem ve amacım.
Hemen her gün yapılan toplantılar sonucu, komisyon yaklaşık elli şarkının seçimini yaparak hemen bastırılması için bakanlığa sunar. Bu şarkıların otuz tanesi İsmail Zühtü'nün eseridir. İsmail Zühtü, kitabın basım işleriyle uğraşmak için İstanbul’a gitmeden önce, hazırlıkları tamamlamak amacı ile İzmir’e döner. Çünkü, basımı gerçekleştirecek olan Devlet Matbaası İstanbul’dadır. Bu arada Musiki Yurdu orkestrası aynı yıl Haziran ayında ikinci konserini gerçekleştirmeyi başarır. İsmail Zühtü, İstanbul’a gitmek için vapura binmesinden bir gün önce, İzmir rıhtımındaki bir kahvede otururken geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda eder. Ardında yüzlerce önemli, bir bölümü İzmir için yazılmış eser(1) ve yetiştirdiği nice öğrenci(2) bırakarak. Bu arada, İsmail Zühtü başkanlığında hazırlanan ülkemizin ilk “eğitim müziği” kitabı hiçbir zaman basılamaz. Çünkü, ilgili kurulda olduğu halde hiçbir toplantıya katılmayan bir üye, İsmail Zühtü'nün aynı yıl ölümünden de yararlanarak tamamı “özgün” şarkılardan hazırlanan kitabın basılmasını önler. Yaklaşık üç yıl sonra da bunun nedeni anlaşılır. Çünkü çoğu “adapte” şarkılardan oluşmuş bir müzik kitabı(3) bu kişinin adıyla yayımlanır.
1925 yılında Adnan (Saygun) Bey, iki yıldan bu yana İzmir’de avukatlık yapmakta olan Hüseyin Sadettin (Arel) Beyden armoni dersi almaya başlar. Aynı yıl 14 Ekim tarihinde İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu(4) ziyaret eden Gazi Mustafa Kemal(5) müzik sanatı üzerine şunları söyler: “Hayatta müzik gerekli midir? Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü, hayat müziktir. Müzikle ilgisi olmayan yaratık, insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise, müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat, zaten mevcut olamaz. Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. Yalnız, müziğin çeşitleri tartışılmaya değerdir.”
En güzel İzmir methiyeleri
1926 yılı oldukça hareketli bir yıl olur. Ünlü Fransız violonist Gabrielle Bouillon(6) Milli Kütüphane ve Tayyare sinemalarında konser verir. Onu, ünlü Viyana Operetinin İzmir turnesi izler. Öte yandan İzmir’e yerleşmiş bulunan Mildan Niyazi (Ayomak) Bey, Karantina semtinde “Dar-ül Musiki” adlı okulu kurar. Daha sonra Karşıyaka ve Beyler Sokağında da şubeleri açılan okulda Hüseyin Sadettin (Arel), Dr. Suphi (Ezgi), Lem’i (Atlı) ve İlyas (Tonguç) Beyler ders vermektedirler. 1927 yılında radyolarda Türk musikisinin yasaklanması üzerine, Mildan Niyazi’nin, adı “İzmir Musiki Mektebi”ne dönüşen okulunda Batı müziği eğitimi verilmeye başlanır. 1888 yılı, Safranbolu doğumlu Mildan Niyazi Bey, İstibdat döneminde politik nedenlerle Mısır’a kaçmış ve burada tanıştığı Udî Şekerci Cemil Beyle müzik çalışmaları yapmış bir müzik adamıdır. İstanbul’a döndükten sonra askere alınır ve I. Dünya Savaşı sırasında Irak cephesinde İngilizlere tutsak olur. Mildan Niyazi Bey evliliğini de İzmir’de yapar. Öte yandan aynı yıl açılan sınavı kazanan Ahmet Adnan (Saygun) Bey müzik eğitimi için Paris’e gönderilir. Hem Cumhuriyet ve devriminin hızlı adımlarla gelişmelere yol açması, hem de iki büyük savaş arasında dünyanın yaşadığı mutlu yıllara denk gelmesi nedeniyle İzmir’de müzik çalışmaları hareketlenir. 1928 - 1933 yılları arasında Kızılçullu’daki(7) Amerikan Koleji(8)salonunda her hafta konser verilmektedir. 1930 yılında başyazarı Zeynel Besim Bey'in ön ayak olmasıyla, Hizmet gazetesi İzmir için yazılmış bir şarkı yarışması başlatır. Yarışma çağrısındaki bazı koşullar şöyledir(9): “Memleketin şairlerini İzmir için bir methiye yazmaya davet ediyoruz.” “Bu methiye nihayet 12 mısralı olacak ve İzmir’i candan terennüm edecektir.” “İzmir’i müteakip diğer kasabalarımız için de ayni suretle methiyeler isteyeceğiz.” “Gelecek methiyelerin hepsi de neşredilmekle beraber içlerinden en muvaffak ve muvafık olanları edebi heyet tarafından seçilerek İzmirlilere arz olunacaktır. Bu suretle en fazla beğenilecek methiye icap edenlere besteletilerek tamim edilecektir.” “Müsabakaların birincilerine birer altın kalem hediye edeceğiz.” Söz konusu “methiye” yarışmasına katılan ozanlar arasında Hüseyin Avni, Cafer Sadık, Nusret Rıza (Orhan Rahmi), Şükûfe Hanım, Nigâr Hüseyin Hanım, İrfan Konur, Hamdi Zühtü, Tokadizade Şekip, Rıza Cezmi, Haşim Nezihi, Süleyman Sıddık, Günay Bey, H. Süruri Bey ve Ferit Ragıp da vardır. Yayımlananlar arasından bir kurul tarafından seçilen yedi şiir finale kalarak gazete okuyucularının oylarına sunulur. Sonuçta da Ali Şadi Bey'in methiyesi(10) halkın oyları ile birinci seçilir. Mildan Niyazi tarafından bestelenen methiyenin “İzmir’deki tüm bahçe ve gazinolarda aynı anda seslendirilmesi” kararlaştırılarak çalışmalara başlanır ve yine İzmir’de ilk kez bir gazetede şarkının notası yayımlanır(11). Eser, 4 Temmuz 1930 Cuma gecesi, aralarında Türk ocağı bahçesinin de bulunduğu üç yerde seslendirilir. Ancak, bu eserin seslendirilmesiyle birlikte eşi görülmedik bir tartışma da başlar. Tartışmayı Kantarağasızade Selahattin’in bir başka gazetedeki köşesinde kullandığı; “Ömrümde manasız çok şeyler gördüm. Fakat bu İzmir methiyesi onların üzerine tüy dikti.” sözü, bu tartışmanın ateşleyicisi olur. İzmir, hem basınında hem de sokaktaki insanların arasında yaklaşık altı ay bu tartışmayı oldukça hararetli bir biçimde yaşar. Bir zaman sonra hem tartışmaları, hem de şarkı unutulur gider. Geriye Fikriye, Nezihe ve Mahmure Hanımların, Sahibinin Sesi markalı taş plakları, tatlı bir hatıra olarak kalır.
Müzik alanında hareketli yıllar
1930’ların başından itibaren, İzmir’de özellikle “çocuk ve eğitim müziği” alanında tartışmasız kırk yıl egemen olacak bir çalgının sesi yankılanmaya başlar; Mandolin. Bu çalgı, Cumhuriyet’in ilanından o güne kadar İzmir’e en çok hizmet eden ve hemen tüm lise ve ortaokullarda müzik öğretmenliği yapan Ferit Hilmi ve Aclan Atrek kardeşlerin dışında, iki müzik adamını daha İzmir’e tanıtacak ve sevdirecektir; Naci Gündem ve Fikri Şenürkmez. Akdenizli çalgı, birden okullardan en güzide balo ya da garden partilere kadar vazgeçilmez orkestra elemanı olur. En ciddi görünümlü salon ve sahneye sahip Milli Kütüphane ve Tayyare sinemalarının kubbelerinde bile sesi çınlar. Mandolinata konserleri, İzmir eğlence hayatının vazgeçilmez tarzı olur. Diğer taraftan, aralarında yabancı uyruklu müzisyenlerin de bulunduğu otuz beş kişilik bir orkestra da çalışmalarına başlar ve 1931 yılı Mayıs ayında ilk konserini Milli Sinema'da (günümüzde İzmir Devlet Opera ve Balesi salonu) verir. Aynı orkestra, bir ay sonra aynı sahnede, bu kez Moskova Operası eski baş solistlerinden Helena Lenskaya ve öğrencilerine eşlik eder. Orkestrayı M. P. Kornoti ve Şerafettin Bey yönetirler.
Artık İzmir, müzik çalışmalarıyla iç içe bir şehirdir. 1932 yılında, ilerideki yarım yüzyıla damgasını vuracak bir başka üstat, Selâhaddin Göktepe İzmir’de ilk piyano dinletisini verir. Aynı yıl Karşıyaka’daki Sağır, Dilsiz ve Körler Müessesesi körler sınıfı öğrencileri, öğretmenleri Stavridis’in başarılı çalışmaları sonucu hayli ses getiren konserler vermeye başlar. 19 Şubat 1932 tarihinde, Türkiye’nin her tarafındaki eski Türk ocaklarının “Halkevi” adı altında açılması ve bunların tamamında müzik çalışmaları yapılması da gelişmeyi hızlandırır. Bir yandan Halkevleri, diğer yandan Cumhuriyet Halk Fırkası şubeleri ve gençlik kollarına bağlı topluluklar ve bando takımları oluşturulur. İzmir Ticaret Mektebi bile “mezunlar orkestrası” kurmuştur. Artık İzmir dünya çapında sanatçıların da turne listelerine alınan bir şehirdir. Bunun ilk örneklerini de David Oistrach ve Necdet Remzi (Atak) Bey'in Elhamra sinemasında verdikleri konserlerle görürüz. Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamalarının bu ivmeyi hızlandırması sonucu çalışmalar daha da artar ve onca müzik topluluğuna, İzmir Erkek Öğretmen Okulu da mandolin öğretmeni Prossen’in kurduğu Fuat (Türkoğlu) yönetimindeki orkestra ile katılır. İzmir Halkevi, tarihinde ilk kez opera oynama hazırlıklarına başlar ve aynı yılın haziran ayında Elhamra Sineması'nda sahneler. Tüm bu gönüllü müzik çalışmaları “paralı özel okul” konumundaki Mildan Niyazi Bey'in okullarını olumsuz etkiler. Hem Batı, hem de Türk müziği dersleri verilen ve sayıları 30’u aşan öğretmenin görev yaptığı okul ekonomik sıkıntı çekmeye başlar. Üç okulunu da kapatmak zorunda kalan Mildan Niyazi Bey, aynı yıl İstanbul’a yerleşmek üzere İzmir’i terk eder(12). Aynı yılın sonunda İzmir Halkevi Orkestrası da konserlerine başlar. Bu orkestra, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası'ndan önce İzmir’de kurulmuş en nitelikli senfonik topluluktur.
1935 yılında, Halkevi'nin çağrılısı olarak İzmir’e inanılmaz bir topluluk gelir. Moskova’dan gelen sanatçılar arasında ünlü besteci ve piyanist Şostakoviç, Moskova Akademik Büyük Tiyatrosu yöneticisi Steinberg, aynı tiyatronun ikinci yöneticisi Arkanov, dünyaca ünlü sanatçılar Barsova ve Maksokova, Leningrad Operası balerini Dudinskaya, piyanist Oborin de vardır. 1940’lı yıllarda özellikle Karataş Ortaokulu ve çevresinde Naci Gündem, adını sayamayacağımız kadar çok okulda da Fikri Şenürkmez öğrencilere hem mandolin öğretmekte, hem de öğrenci koroları kurmaktadır. Öte yandan yine İzmirli bir sanatçı olan piyanist Mihter Çelebi de Karşıyaka’da hem öğrenci yetiştirmekte, hem de korolar kurmaktadır. Özellikle Fikri Şenürkmez on binlerce İzmirli öğrenciye müzik öğretmenliği yapar, bunun yanı sıra sayısız korolar kurar ve gösteriler düzenler. 1960’ların ikinci yarısından itibaren sayısı 1000’e varan elemanlardan oluşturduğu mandolin toplulukları ve öğrenci koroları ile ancak spor salonlarına sığabilecek gösteriler düzenler. Öte yandan 1960’lardan sonra İzmir’de çocuk müziğine eser veren bestecilerimiz arasında Muammer Sun, Hazar Alapınar, Necdet Levent, İsmail Bilen de bulunmaktadır.
Çocuk koroları
1980’lerin başından itibaren İzmir’de profesyonel sistemle çalışan amatör çocuk koroları dönemi başlar. Bunun ilk örneğini Karşıyaka Halk Eğitimi Merkezi verir. Atatürk’ün Doğumunun 100. Yıldönümü onuruna kurduğu yüz öğrencilik çocuk korosuna özel bir izinle “Atatürk Çocuk Korosu” adı verilir. Usta öğreticiliğini bu satırların yazarının yaptığı ve İzmir’de ilk kez “elemanlarını sınavla seçen” bu koro kısa bir dönem “Tütünbank Çocuk Korosu” adıyla da konserler verir ve 1983 yılında merkez yönetiminin değişmesi ile dağılır. Bu koroyu, kuruluş çalışmaları birkaç yıl sonra başlayan “TRT İzmir Çocuk Korosu” izler. Bu koro çalışmalarını günümüze kadar sürdürür. Bu anlamda üçüncü koro 1986 yılında Merkez (günümüzde Konak) İlçe Belediyesi'ne bağlı olarak 66 öğrenci ile kurulur. Bir yıl çalışan koro daha sonra İzmir Filarmoni Derneği’ne bağlanır. Ancak, bu çalışma da bir yıl sürer ve çeşitli nedenlerden dolayı koro 1988 yılında bu kez İzmir Devlet Operası bünyesinde çalışmaya başlar. 1989 yılında da İzmir Devlet Opera ve Balesi Çocuk Korosu olur. Koro çalışmalarını bir zaman “Tobav/İzDOB Çocuk Korosu” adıyla sürdürür. İzmir’de ikibinli yılların başlarında benzer çalışmalar yapan bir başka koro da “İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Çocuk Korosu”dur. Sözü geçen orkestra bünyesinde bir ara çok sesli koro da kurulur. Ayrıca 9 Eylül Üniversitesi İzmir Devlet Konservatuvarı bünyesinde de benzer bir öğrenci korosu zaman zaman çalışmalarını sürdürmektedir.
2002 yılında “İzmir Konulu Çocuk Şarkıları Yarışması”nda ödül kazanmış altı yeni eserin ilk kez seslendirilmesini gerçekleştiren “İzmir Büyükşehir Belediyesi Çocuk Korosu” ise 1982 yılında kurulmuştur. Her yıl düzenli olarak sınavla öğrenci alan korodan ilk on beş yıl yetişen öğrencilerden pek çoğu sanatı meslek olarak seçmiş ve ülkemizdeki çeşitli sanat eğitimi veren okul ve fakültelerde öğrenime devam etmektedirler. Çalışmalarını İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı'na bağlı olarak sürdüren ve yöneticiliğini bu satırların yazarının yaptığı korodan yetişen öğrencilerden oluşan “Yakamoz” adlı bir gençlik grubu da bulunmaktaydı.
Günümüzde İzmir’de koro ve hatta bandoya sahip çok sayıda okul bulunmaktadır. Bu gelişmede Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak çalışan müzik öğretmenlerimizin payı oldukça önemlidir.
(Yazarın hazırlamakta olduğu “Müzik Tarihinde İzmir” adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.)