İzmir’in kayıp gölü: Halkapınar
Bugün mazide kalmış korulukların hatırasını yâd edercesine, onların adlarıyla anılan Çamdibi, Çınarlı ve Mersinli semtlerinin sokaklarından geçerken kim duyar bülbüllerin, ispinozların ve kukumav kuşlarının sesini? Aklınıza getirir misiniz hiç; buralarda bir zamanlar balıkların oynaştığı, rüzgârlarla fısıldaşan sazların serpilip geliştiği bir kayıp gölün hikâyesini…
Yazı: İbrahim Fidanoğlu
Çok uzak değil; zamanımızdan daha 50 sene kadar önceydi. Tatlı su kaynaklarıyla şehre hayat veren bu yaşam pınarı ile ilgili tanıklıklar hala içimizdedir ve canlılığını korur. Yazın kavurucu sıcaklarında çevrede gelişen yeni yerleşim alanlarından ya da Kadifekale’nin eteklerine konumlanmış nispeten şehrin dar gelirli insanlarının yaşadığı mahallelerinden buralara gelip, bu cenneti keşfeden çocukların dünyasında iz bırakan bir hatıradır şimdi yaşananlar.
Göle Dair Hikayeler
Aile büyükleri, mübadele sürecinde Selanik – Kozana’dan Manisa’nın Koldere köyüne göçen, daha sonraları 1950’lerde de Manisa’dan kalkıp İzmir’e yerleşen Ballıkuyulu Hasan Ali Çağlar Amca, Selvili Mescit yokuşlarında göl ve çevresi ile ilgili şunları anlattı:
“50’li yıllardı. İzmir’e Manisa’dan yeni göçmüştük. Halkapınar gölünde o zamanlar yüzmeye giderdik. Orada çok çocuk boğuldu. Bayraklı’da şimdiki Adliye’nin denize doğru biraz ötesinde Manda Çayı ile birlikte sulak alanlar vardı. Ördeklerin konaklayabileceği sazlık alanlarla kaplıydı o civar. Oralara ördek avına giderdik, Vurduğumuz ördeği hemen Tekel deposundaki arkadaşlara götürürdük; onlar hazırlar, bize bir bacağını verirler, gerisini tüm arkadaşlar birlikte yerlerdi.”
20’nci yüzyılın başında, iki kıyısında yavaş yavaş baş veren fabrikalarla gelecekteki bir yok oluşun ilk işaretlerini veren kısa Meles Çayı, o yıllarda kış yaz aynı kararlılıkla taşmadan, kurumadan usul usul kaynağının bulunduğu Halkapınar Gölü’nden körfeze doğru akardı.
Yüzyıllar süren bu serüveni antik çağ yazarları şöyle anlatıyor:
İ.S. 4’üncü yüzyılda yaşayan Himerios’a göre; “Bu Meles Çayı İzmir’in varoşları içinde doğar. Çayın kaynakları pek çoktur ve birbirlerinin yanından çıkmaktadırlar. Bu kaynaklardan oluşan çay, hemen bu kaynakların yanında bir göl halini alır ve bunun her tarafında küçük sandallar, gerek kürek ile ve gerek sahilden yedekleme suretiyle seyredebilirler. Çayın etrafı serviler ve zarif sazlarla bezenmiştir. Çay, çok yakın bir mesafede denize akmaktadır. Fakat bilmem ki akmak tabirini kullanmak caiz midir? Çünkü çayın aktığına delalet edecek bir ufacık şırıltı bile yoktur. Ve gizlice denize karışmaktadır.”
İ.S. 2’nci yüzyılda İzmirli hatip Aelius Aristides, Meles Çayı’nı ve Diana Hamamları’nı tanımlarken, “Şehrin sokaklarına hâkim olan Apollon’un kapılar önünde ziynet olacağı yerde deniz perilerine ismini veren ve kaynağından denize kadar yatağını kazan Meles, şehrin kapıları önünden kolunu uzatmaktadır. Bu kaynaklar, suları kısa bir mesafede denize akan bir hamamdır. Meles, mağaralardan, evlerden ve ağaçlardan geçerken aynı suretle akar, yatağının ortasında parıldar ve denize gider. İleride kaynağın yüksek kısmında havuza benzer bir duvar vardır ve kanal burada başlar. Meles kaynağında çağıldamaz, bunların dalgaları yavaş yavaş, sessizce denize kavuşur. Bazı defalar rüzgârlar, tehditleri altında denizi kabartınca Meles’in sularını geri atar, o zaman ki iki suyun satıhları ayrı ayrı görülür ve nerede birleştiklerini anlamak mümkün olmaz. Zaten Meles’in her tarafı balıkla doludur. Meles, yazın da kışın da aynı ebattadır; hiçbir zaman yağmurlar onun taşkınlığına yol açmadıkları gibi sıcaklar da onu kurutmamıştır. Cansız bir şeymiş gibi daima aynı şekil ve aynı rengini muhafaza eder. Meles, serseri değildir, yatağından uzaklaşmak elinden gelmez. Şehrin aşığıymış gibi oradan uzaklaşmaya cesaret edemez ve şehre karşı dinmeyen bir aşk beslediği için ebedi yatağını muhafaza eder. Bunun içindir ki şehri biraz dolaşır ve çıktığı yerde biter” demektedir.
Strabon ise İzmir ile Meles arasındaki ilişki için şunları anlatmaktadır:
“Kentin bir parçası tepededir ve surla çevrilidir, fakat büyük kısmı ovada, limanın, Metroon’un ve Gymnasion’un yakınındadır. Kentin caddelere ayrılışı özel bir şekilde düzenlenmiştir. Bunlar birbirlerine olabildiği kadar dik doğrular şeklindedir ve taşlarla döşenmiştir, alt ve üst katları bulunan portikler vardır. Bir de içinde Homeros’un Ksoanon’u bulunan Homereion adı verilen dört kenarlı bir portik (stoa, revak) bulunur. Bu nedenle Smyrnalılar Homeros üzerinde özellikle hak iddia ederler ve gerçekten de kentin bir tip tunç sikkesi Homereion adını taşır. Meles nehri surların yakınında akar, kent diğer kuruluşlarının yanı sıra bir de kapatılabilen bir limana sahiptir.”
Halkapınar Deresi
Prof. Dr. Ersin Döğer; İzmir’in Smyrna’sı isimli kitabında artık tarihin derinliklerinde kaybolmuş Halkapınar Gölü’nden ve buradan doğan Halkapınar Deresi’nden şöyle söz eder:
“Bugün bulunduğu semte ismini veren Halkapınar kaynakları ve bu kaynakların yeryüzüne çıktıktan sonra oluşturduğu gölcük, Prehistorik çağlardan 50 yıl öncesine kadar bölgenin en büyük tatlı su rezervi olarak hizmet verdi. Bizans Çağı’nda (13’üncü yüzyıl) yazar Georgios Akropolites tarafından Periklystra (Halkapınar) olarak anılan birkaç pınarın birleşerek oluşturduğu bu yuvarlak gölcük civarı bir mesire yeriydi. Helenistik Çağ’ın başlarında kent Bayraklı – Tepekule’deki eski yerinden Kadifekale ve yamaçlarına taşındığında Antikçağ’ın yazarları tarafından Homeros’un doğum yeri olarak efsaneleşen kutsal Meles Çayı’nın yeryüzüne çıktığı kaynak olarak bilindi. Gerçekten de bazı yazarların Meles Çayı ve kaynaklarına ilişkin tanımları Halkapınar gölcüğü ve bu gölcükten çıktıktan kısa bir süre sonra denize kavuşan Halkapınar Çayı’na uymaktadır.
Ünlü sofist Aristides (İ.S. 2’nci yüzyıl) Meles’in denizden uzak olmayan bir noktada yerden fışkırdığını, fışkırdığı yerin bir gerdanlık gibi olduğunu söyler. Himerios ise (İ.S. 4’üncü yüzyıl) Meles’in birçok kaynaktan çıktığını ve bu kaynakların bir göl oluşturduğunu söylemektedir. Bu tanımlar da Halkapınar’ın görünümüne uygundur. Hala gölcüğün etrafında ve iç kısmında muhtemelen Roma Çağı’na ait mermer ve diğer yapı kalıntıları görülmektedir. Belki de bu yapı kalıntıları Bizans Çağı’ndan gelen bazı bilgilerle birleştirilerek 19’uncu yüzyılda burada Artemis’e (Diana) ait bir hamam olduğu konusunda bir inancın oluşmasına yol açmış ve burayı ziyaret eden birçok gezgin de Halkapınar gölcüğünü “Diana Hamamları” olarak kayda geçirmiştir. Nitekim 13.yy. Bornova (Prinobaris) nahiyesinin bir kısmını kapsayan İstanbul’daki Ayasofya’ya ait topraklar içinde Thermon ve Loulon köyleriyle birlikte bir “Hora Tou Artemisia” (Artemis Tapınağı arazisi) zikredilmektedir. Bizans Çağı’nda Bornova arazisi içindeki bu Artemision ve Thermon (Ilıca, sıcak su kaynağı) adları daha sonraları ortaya çıkan “Diana Hamamları” adıyla özdeşleştirilebilir.”
19’uncu yüzyıla geldiğimizde padişahın izni ile Belçikalı bir şirket Halkapınar kaynaklarını kullanarak İzmir’in su temini işini üstlenir. Belçikalı şirket; sarnıç, buharla çalışan merkezi pompa istasyonu, su deposu ve su dağıtım hatlarının yapımını 1886-1897 yılları arasında tamamlar. Kadifekale’nin eteklerinde yer alan Selvilitepe’ye de şehrin yüksek semtlerine su basabilmek için bir su deposu ve pompa istasyonu kurar. Bu bina halen Selvilitepe’de yerinde durmaktadır. Sistem Cumhuriyet sonrasında İzmir Belediyesi’ne devredilir. 1970’lerde kaynakların su verme kapasitesi giderek azalır. İZSU’nun web sitesindeki anlatımına göre “Halkapınar tesisleri 1897 yılından 1973 yılına kadar 76 yıl süre ile kullanılmış, bu tarihten sonra açılan yeni kuyular nedeniyle önce pınarların doğal boşalımları sonra da bu pınarlar sayesinde var olan Halkapınar gölü ortadan kalkmış, yeni pompa ve su tesisleri devreye girmiştir.”
Bir başka yaklaşıma göre ise binlerce yıldır Halkapınar’dan fışkıran bu su kaynakları, Nif Dağı’ndan gelen sularla beslenmekteydi. Ancak buradan gelen suların büyük bir kısmının Bornova’ya içme suyu olarak verilmek üzere alınması Halkapınar’ı besleyen yer altı sularının tükenmesine ve kaynakların kurumasına yol açmıştır. Bu dramatik süreç, Halkapınar Gölü’nün giderek kuruması ve yok olması sonucunu doğurmuştur. Bu sürecin son noktasında ise çevrede gelişen yapılaşma; 1971 yılında İzmir’de düzenlenen Akdeniz Oyunları öncesinde buraya yapılan Atatürk Stadı ve çevresindeki diğer yapılar, otobüs garajı ile sebze meyve halinin buraya taşınması bu mitolojik ve tarihsel alanın üstünün beton ile kaplanarak yok olması sonucunu getirmiştir.
Marianthi ile Su Yılanı Hikayesi
19. yüzyılda İzmir’deki kozpomolit yaşamı ayrıntılı bir şekilde anlatan Kozmas Politis’in Yitik Kentin Kırk Yılı isimli kitabında Halkapınar Gölü ile ilgili bir efsane anlatılır. (6) Bu anlatıda; sanki efsanede geçen yılanın ölümü ile gölün yok oluşu arasında kehanet derecesinde bir paralellik vardır. Kısaca özetleyelim:
“Halkapınar’da tek kızı Marianthi ile dul bir fırıncı kadın yaşarmış. Bir yaz günü sabahı Marianthi gölde serinlemek için yıkanmak istemiş. Kıyıda soyunarak sevinçle suya atlamış ve yüze yüze kıyıdan uzaklaşmış. Bu sırada gölden büyük bir su yılanı çıkıp kızın elbiselerini bıraktığı yere kadar sürünmüş ve onun çiçekli fistanının üzerine çöreklenmiş. Üşüyen Marianthi giyinmek için sudan çıkınca fistanının üstündeki yılanı görmüş. Hemen yakınındaki sopayı kaparak yılana vurmak istemiş. Yılan kıza insan diliyle ‘neden kendisini öldürmek istediğini’ sormuş ve ‘sana ne kötülük yaptım’ demiş. Marianthi ona ‘olur da bir erkek geçer ve beni çıplak halimle görür’ diye yanıt vermiş. Yılan da ona ‘sen bana karım olacağına dair söz ver, ben de sana fistanını vereyim’ demiş. Kız, yılanı ‘peki, sana söz veriyorum; ancak eve gidip çeyizimi hazırlamak istiyorum; bir ay içinde geri dönerim’ diye yanıtlamış. Yılan kızdan aldığı söz üzerine suya atlamış, kız da evine koşmuş ve olanları annesine anlatmış. Annesi ona üç ay evden çıkmazsa yılanın onu unutacağını söylemiş. Ancak su yılanı, kız üç ay ortalarda görünmeyince ordusunu toplayıp fırıncı kadının evini kuşatmış. Bunu gören anne ile kız evin tüm kapı ve pencerelerini sürmeleyip kapatmışlar. Ancak yılanlar evin çatısına tırmanarak bacadan girip kızı kaçırmışlar. Annesi arkalarından koşsa da çaresiz bir şey yapamamış. Kızını en son yılanla birlikte gölün suyuna dalarken görmüş. Kızının boğulduğuna hükmeden annesi beş yıl ağlayıp yas tutmuş.
Annesi bir gün ekmekleri fırından çıkarırken kızı Marianthi’nin kucağında bir kız ve elinden tuttuğu bir oğlan çocuğuyla karşıdan gelmekte olduğunu görmüş. Sevinçle kızını öperek ona sarılmış. Kızına çocukların kimin olduğunu sorunca, kızı ona ‘o iyi kalpli su yılanı ile evlendiğini, gölün dibinde çok mutlu bir şekilde yaşadıklarını’ anlatmış. Annesi bunun üzerine artık kendisi ile birlikte kalmasını istemiş; ancak kızı, kocası yılana geri dönmek üzere söz verdiğini söylemiş. Annesi kocasına nasıl döneceğini sorunca; Marianthi de gölün kıyısına giderek ‘sevgili yılan kocacığım çık dışarı gel beni al’ diye sesleneceğim karşılığını vermiş. Yemeğe oturmuşlar. Yemekten sonra kızın uykusu bastırmış, oracıkta kıvrılıp uyuyakalmış. Annesi bu sırada gölün kıyısına gidip ‘sevgili yılan kocacığım, çık dışarı ve gel beni al’ diye seslenmiş. Karısının döndüğünü sanan yılan, başını sudan çıkarınca kadın elindeki baltayla yılanı öldürmüş. Kadın eve dönünce kızının uyandığını görmüş. Marianthi, annesine dönme vaktinin geldiğini söyleyerek annesine veda etmiş ve çocuklarıyla birlikte gölün kıyısına varmış. Su yılanı kocasının tembih ettiği gibi ‘sevgili yılan kocacığım, çık dışarı ve gel beni al’ diye bağırmış. Ancak seslenişine yanıt alamamış. Suya dikkatli bakınca suyun kanlı halini fark etmiş. Bunun üzerine çocuklarını öpmüş ve ağlayarak, artık hayatta anne ve babalarının olmayacağını, kızına bülbül olup akşamları, oğluna ispinoz olup sabahları şarkı söylemelerini, kendisinin de kukumav kuşu olup kocasının ölümüne ağlayacağını söylemiş.
Efsaneyi aktaran anlatıcıya göre, işte o zamandan beri Halkapınar’da ispinoz ve bülbül eksik olmaz. Birkaç kere bir kukumavın ağladığını duyarsanız bu o talihsiz Marianthi’dir.