“Şark’ın küçük Paris’i”nde bir sokak

Bu hareketli sokak neredeyse tüm İzmir’e fiyaka atarmış.  Sokaktan kimler kimler geçmezmiş?  Çevresine gülücükler dağıtan Fransız kadınlarından tutun da mal taşıyan hamallara varıncaya kadar, daha kimler kimler… 

Ne mi taşırlarmış bu hamallar?  Lyon ipeklerini, St. Etienne taftaları ve kurdelalarını, St. Quintin muslinlerini, Roubaix ve Riems yünlülerini…

 

Yazı: Raşel Rakella Asal

 

Ah!  İzmir! 

Beni büyüleyen isimler arasında, hep o olmuştur.  İsmi telaffuz edilir edilmez, gözlerimin önünde yavaş yavaş bir görüntü biçimlenmeye başlar.  Göklerde, çok yükseklerde, öncelikle uzakların belirsizliği içinde şehrin silueti belirir.  Deniz onun ayaklarını yalar: bir deniz ki üzerinde binlerce gemi, vapur, kayık durup dinlenmeden telaş içinde vızır vızır dolaşır. Ve işte bu siluetin içinde su zerreciklerinin üzerinde uçsuz bucaksız şehir endamını gösterir.

Siz de benim gibi bizden öncekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi duyumsamaz mısınız?  Kulak verdiğiniz sesler içinde, artık susmuş olanların yankısını duymaz mısınız?  Böyleyse eğer, o zaman geçmiş kuşaklarla bizimkisi arasında gizli bir anlaşma var demektir.

Evet, hepimiz İzmirliyiz.
Ve bu güzel kentin insanları olarak onun da tarih içindeki kaderini, değişimin paylaştığımıza göre gerilere l9’uncu yüzyıla bir bakalım ne dersiniz?  İzmir o yıllar nasılmış? Gelin hep birlikte tarihin tozlu sayfalarında gezinelim, 19’uncu yüzyıl İzmir’ine, İzmir’in ünlü Güller Sokağı’na bir göz atalım, o sokaktan manzaralar çizelim.

İzmir’in geçmiş zaman anıları

Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, gelecekten haber almak için iskambil fallarından medet uman kadınları ya da Sakız Adası’ndan ev işlerinde çalıştırılmak için getirtilmiş temizlikçi kızları, ya da ağır ilerleyen yaz akşamlarında kameriyelerinde oturmuş bu sokağın sakinlerini düşlüyorum…  Gün boyunca sokaktan geçen telaşsız insanları, mağazalarda çalışanları, bürolarda ayak işlerini yapanları ya da küçük tüccarları …  Rengârenk bir yumak gibi tüm Güller Sokağı açılıyor önüme.  Çocukların ipleri açıp parmaklarına dolayıp sonra da elden ele geçirdikleri ip oyunu gibi, sahneden sahneye geçiyorum.  Sıradan bir yaşamın her ayrıntısını öğrenmek için kendimi sayısız okumalara atıyorum. Oldukça bulanık bir fotoğraf seriliyor önüme. Şipşakçıların çektiği fotoğrafların şaşmaz özelliği olan kopkoyu banyo lekeleriyle kaplı.  Ürperiyorum.  İzmir’in geçmiş zaman anıları içimde bir hüzne bürünüyor.

Tarihi,  arka odalarından, bodrum katlarından gün yüzüne çıkarmaya çalışmak… Geçmişi hatırlamalıyız ve öğrenmeliyiz diyen sosyologlar geliyor usuma. Unutma ve hatırlama kavramlarına odaklanıyorum.  Toplumsal bellek oluşturmanın öneminden söz eden günümüz sosyal bilimcilerin “ tarihi unutanlar tarihi tekrar hatırlamakla sorumludur” diye çağrılarına odaklanıyorum.  Bakın onlar “hafıza rezervuarlarından “ söz ediyorlar. Günümüzde toplumsal hafıza kavramı, akademik bir ilgi alanı olmanın dışında “geçmişle hesaplaşma, geçmişle yüzleşme” başlıkları altında gündelik hayatı etkileyen ve geçmişi algılama biçimimizi değiştiren kuşatıcı bir kavram olmaya başladı.  Toplumsal belleği oluşturmada geçmişi paylaşmanın ve aktarmanın altını önemle vurguluyorlar. Bu sözlü kaynaklardan kuşaktan kuşağa geçen dolaylı bir paylaşım olabileceği gibi, medya ürünleri ya da farklı kültürel etkinlikler aracılığıyla gerçekleşen bir süreç de olabiliyor.

Tarih içinde Avrupa ile Asya arasında bir köprü vazifesi gören Anadolu’nun en batısındaki, İzmir, Akdeniz’in başlangıç noktasıydı.  İçinde hem batıyı, hem de doğuyu buluşturup barındırmışsa da gerçekte ne Batılı ne Doğuluydu.  Avrupalıların çoğu için “Şark’ın küçük Paris’i” olsa da,  zıtlıklardan oluşan bir şehirdir; çift yüzlü bir şehirdir, ne sadece Şark’tır ne tamamen Avrupa.  İkisinin birleşmesinden oluşmuş bir melez kent ise hiç değilmiş, tam tersine Batı ve Doğu diye isimlendirebileceğimiz iki kavram, hiçbir değerini, hiçbir özelliğini kaybetmeden bu kent içinde yan yana, ikili bir doku içinde serpilip gelişmiş.  Kentin yarısı Avrupalı yarısı Asyalıymış.  Ve hiç şüphesiz iki kimliğin aralarında bir etkileşim noktası o kadar çok kendini belli etmiş ki,  l9’uncu yazyıl sonuna gelindiğinde bazı Müslüman zengin evlerine piyano ve keman girmiş. Veya Hıristiyan ailelerin yemek kültüründe Türk mutfak ağız tadını tercih edenler bile olmuş.

Kordonboyu’ndan Punta’ya yankılanan şarkılar

Liman gemilerle doluymuş.  Kıyılarda, hilâlli, kırmızı Türk Bayrağı’nın da aralarında dalgalandığı buharlı gemiler demirlermiş. Akdeniz’in her yanından, Marsilya’dan, Livorno’dan, Ege Takımadaları’ndan, Girit’ten, Konstantinapole’dan, Mısır’dan, Kıbrıs’tan, Suriye’den gelen Osmanlı, İngiliz, Fransız, İsveç, Venedik, hatta Dalmaçya bandıralı gemilerin, deve kervanlarının varış ve kalkışlarının yaşandığı bir Symrna düşleyin. Symrnalılar kıyı boyunca bir aşağı bir yukarı dolaşır, kalabalık kafelerde oturur, uzak ülkelerden gelen bu gemileri seyrederlermiş. Deniz tuz ve yosun kokarmış. Yunuslar körfez vapurlarıyla yarışır; kefaller, çipuralar, lidakiler, lüferler, barbunlar gözleriyle gülücükler atarmış. Dipteki kayıp gemilere, batık amforalara, fosilleşmiş eski yaşam izlerine isteseniz, elinizi bir suya daldırışınızda ulaşabilirmişsiniz.  Öyle berrak, öyle berrakmış denizinin suyu.  Ay ışığında gemilerin ışıkları denize yansır, çeşit çeşit müzik, harmandalı, rembetiko ezgileri, valsler kalabalığın uğultusuna karışır, müziğin tınısı tüm kenti sararmış. İçli çalgılara ud, lir, kitara, tambur, saz eşlik edermiş.  Yavaş bir ritimle yaşamın keyfini çıkarırmış İzmirliler! Tüm kırılmalar, öfkeler, sıkıntılar, her şey ama her şey dururmuş o sırada.  Bu masal diyarında şarkılar Kordonboyu’ndan Punta’ya, daracık sokaklara dalga dalga, usul usul yankılanırmış. 

“Küçük Paris”

Kente gelen yabancı gezginlerin anılarından öğrendiğimize göre onların ilgilendiği köşelerden biri Gül Mahallesi,  ya da Fransızca isminin tam karşılığı olarak Rue de Roses. Güller Sokağı aslında Frenk Mahallesi olarak bilinen semtte, Rumların ve Levantenlerin oturdukları bir sokaktı. O zamanlar İzmir’in en önemli sokağı olan Güller Sokağı şimdiki Alsancak semtinin sınırları içindeki bölgeymiş. Bu adı almasının sebebi, sokaktaki dükkân sahiplerinin ve tüccarların tümüne yakınının Fransız olmasıymış.

Buradaki evler, arka bahçeleri denize kadar uzanan çok güzel evlermiş.  Çarşafla dolaşan Türk kadınlarına burada rastlanmazmış.  Oldukça çekici vitrinleri müşterileri kendine çekermiş.  Bu yüzden bu hareketli sokak neredeyse tüm İzmir’e fiyaka atarmış.  Sokaktan kimler kimler geçmezmiş?  Çevresine gülücükler dağıtan Fransız kadınlarından tutun da mal taşıyan hamallara varıncaya kadar, daha kimler kimler…  Ne mi taşırlarmış bu hamallar?  Lyon ipeklerini, St. Etienne taftaları ve kurdelalarını, St. Quintin muslinlerini, Roubaix ve Riems yünlülerini… O zamanın hanımları keçe şapkasız sokağa çıkmazlarmış.  Bu şapkaların keçeleri de Fransa ve İngiltere’den ithal edilirmiş.  Türk erkeklerinin giydikleri feslerin en iyisi ise Bohemya’daki bir fabrikada yapılmaktaymış.  Daha neler mi?  Ayakkabılar ve deriler, Toulon ve Chateaurenauhlt’tan gelirmiş.  Zamanın en çok kullanılan kokuları Lubin, Pinaud ve Botot markalarını taşırmış.  Hastaların iyileşmesi için kullanılan hintyağı Milano’dan, aktarlarda satılan karanfil ve benzeri baharat Londra, Marsilya ve Trieste’den getirtilirmiş.  Bu malların tümü Frenk Sokağı ve çevresinde satılırmış.  İşte bu nedenle,  1900’lü yıllarda İzmir’in bu kesimi bu muhteşem Batılı görünümüyle “Küçük Paris” olarak anılırmış. Kent de yeni limanı, tramvay hattı, lüks mağazaları, tiyatro ve sinema salonları, kafe ve restoranları, aşağı şehrin bir bölümünün gazla aydınlatılması ile bu ada yakışırmış.  Theatre de Smyren (İzmir Tiyatrosu) gibi bir tiyatro daha Türkiye’de yokmuş. Balkonu ve gösterişli koltuklarıyla ünlenen 784 kişilik bu tiyatro binası günümüz Fransız Konsolosluğu’nun bitişiğindeymiş.  Dev bir salonmuş, kat kat locaları varmış.  Yurt dışından gruplar gelirmiş hep. Gazino kültürünün ötesinde klasik müzik kültürü verirmiş kent.  Nasıl mı?  Masaların üzerinde broşürler varmış, sayfalarda her numaranın karşısında bir beste ismi yazılıymış.  Örneğin l5 numarada Beethoven Trio yazılıymış… Saat 22.00 ile 23.00 arasında klasik müzik yapılırmış.  Son derece nezih yerlermiş.  İmbat bir taraftan eser, siz Çaykovski dinlermişsiniz. Bunların yanı sıra, İzmir’de dikkatleri çekecek denli güzel salonuyla, bahçesiyle tanınan Sporting Kulübü’nün tiyatrosu günümüz NATO Komutanlığı binasının olduğu yerdeymiş.

Eskilerin el sürülmemiş “Kozmopolit Smyrna’sı

Güller Sokağı güllük gülistanlıkmış.  Bu sokak koca bir bahçeymiş o zaman.  Çocuklar bahçelere yakışırmış, en çok da oyunlara.  Oyma işlemeli tahta sandalyelere oturulur, porselen fincanlarda çay içilirmiş. 

Yüksek tavanlı geniş salonlar, Bohemya kristali avizeler, yaldızlı ahşap çerçeveler, yeşil kadife kanepeler üzerinde 19’uncu yüzyıl Smyrnalıları bir fincan çay ya da kahve içerken veya  gazete ve dergileri karıştırırken düşünün.  Sokaktan başlarında şapkaları ve köstek saatleriyle Paris’teki son modaya göre giyinmiş, Frenk Mahallesi’nin sokaklarını süsleyen büyük Avrupa mağazalarının şubelerinin aşina tabelalarını, hatta Kraemer’in önünde Viyana birasını yudumlayan, Paradis des Dames’da eklerlerin, milföylerin tadına bakanları ya da Elhambra’da bir opera temsili ya da Güller Sokağı’ndaki Euterpe (Öterp) Tiyatrosu’nda bir oyun izleyenleri düşlediğinizde önünüzde neredeyse eskilerin el sürülmemiş “Kozmopolit Smyrna’sı belirecektir.

Nice gizemli yaşamlara tanıklık etmiş bu eski Güller Sokağı’nda, ne o eski yaşamlar ne de o eski nesneler var.
Kırmızı güller gibi…
Beyaz güller gibi…
Pembe güller gibi…
Uçuk ve katmerli güller gibi…
Bir zamanlarmış, dedim içimden. 
Ne garip bir duygu! 
Kameriyelere en yakışan güller, bu sarmaşık gülleri.
Onları düşününce sessiz sessiz ağlayası geliyor insanın. 

Renkli Kalem Medya Grubu
Tüm Hakları Saklıdır ©