PRINOBARYS (Pirino Varis) “Hasret Kavuşturan” Bornova

“Ex oriente lux” (Işık doğudan gelir)

Muzaffer Başkomutan Mustafa Kemal Paşa da

Doğan Güneş gibi, Bornova’dan İzmir’e girdi

Bornova Belediyesi, temsil ettiği ilçe halkı için bir panel düzenlemeye karar vermişti. Geniş kapsamlı bir duyuru kampanyasına girişilmişti. Şehir içindeki duvarlara, elektrik direklerine yapıştırılan; çarşı-pazarda dağıtılan el ilanları, bilimsel toplantı için iddialı ifadelerle çağrıda bulunuyordu. Aralarında benim de bulunduğum panelistlerden birisinin adı, özellikle büyük harflerle yazılmıştı. (Sanırım, o kişinin, toplu görüşme konusunda, kimsenin bilmediği bilgileri açıklayacağı ima edilmişti.)

Bornova’nın yeşiline yeşil katan Büyük Park, düğün salonu gibi hazır kılınmıştı. Zamanın Bornova Belediye Başkanı, sevgi yüklü bir sunuş yaptı; konuşmacıları, yaşam öyküleriyle tanıttı. (Adet olduğu üzere, alkış aldık!)

İlk konuşmacı; ilçenin fiziki ve beşeri coğrafyasını, insanların konukseverliğini, on binlerce dönümlük sebze ve meyve bahçelerinin “kampüs” adı altında nasıl beton ormanına çevrildiğini anlattı. Altyapı eksikliğine değinmeden; düğün salonu, mağaza, cezaevi vb. mübrem (mutlaka yapılması gerekli) ihtiyaçlar saydı. Neyse canım, ilk konuşmacı gördüğü veya kendisine iletilen ihtiyaçları dile getirdi. Büyük Park’ı dolduran izleyicilerin dikkati, ikinci paneliste çekildi.

Doğrusu ya; Beyefendi pek iyi (!) hazırlıklı gelmişti. Önünde dosya, klasör, ciltten oluşan yaklaşık yarım metre yüksekliğinde hazırlık maddesi yığılıydı. Ben fakirin ise, Yedi Bilge’den Prieneli Bias’ın dediği gibi, “tüm servetim kafamda” idi. 

Bu müptedi (mesleğe yeni başlayan) ile aramızda mesafe değil, kategori farkı vardı. Böyleyken kendisinin eline fırsat geçsin geçmesin, bir punduna getirip bana sataşması, eskilerin deyişiyle “vukuat-ı adiye”den (sıradan olaylardan) idi. Bense ona umursamaz görünerek, cevap vermişten fazla hırslandırıyordum. Kendisini bu panelde de, eline fırsat geçtiğine inanarak, her cümleye başlayıp o cümleyi bitirirken; “aldın mı arabadan soğanı?” der gibi bir bakış atıyordu. Kırmadık pot, Bornova’ya bakan yamaçlarda devirmedik çam bırakmadı. Sevilesi bir söz var: “Gerçek, ayakkabısını bağlayana kadar, yalan dünyanın çevresini iki kez dolaşır.” Yanlışı yaygınlaştırmak olacak ama, şu herzeleri yumurtluyordu hazret:

“Herkes bilmez ama, ben Bornova’da yaşayan yengemin dedesinden öğrendim: Bornova adı, ‘bor’ ve ‘ova’ sözlerinden geliyor; yani “Bor madeni ovası”; kendim araştırdım; ilçemizin adı ‘Burun ovası’ anlamına geliyor. Burayı İzmir kralının kızı olan Amazon kurmuş. Evliya Çelebi, Bornova’yı onlarca sayfada öve öve bitiremez. Bunları herkes bilmez. Türk düşmanı Elvis Salça, bu güzel şehri kötülemek için kitap yazmıştır; mıştır da mıştır…”

- Tutmayın beni, diye haykıracağım ama bağırıp gırtlağı yıpratmak yerine, söze başlamak doğru olur. Aldım sözü (pardon, panel moderatörü verdi sözü bana)

“Tecahül-ü arifane” (bilmezdenlenme) ile birkaç düzeltme yaptım:

“Şükür, çevremizde Herodot bolluğu var. Yalan ve yanlıştan korkmamak ne büyük cesaret! Bornova adının kökeni ve anlamı konusunda herkes ayrı yanlış söyler. Osmanlı döneminde bu isim ‘Birun Abad’ idi ki bu ad ‘Dıştaki bayındır yer’ demektir. Adın özgünü, 5 bin yıl önceki Anadolu dili olan Luwice’de ‘Prinobarys’ idi ki; bu isim Ortaçağ’da ‘Prino Barys’ (okunuşu Prino Varis) olmuştur. Bu iki kelime ‘Kaba meşeli yer’ anlamındadır. (Demek, vakti zamanında bu şehrimiz meşelik – ormanlık bir yer imiş.) Evliya Çelebi’yi kaynak gösterenlere kızmak mı, onlar adına üzülmek mi gerek, bilmiyorum. Pirimiz, üstadımız, sevimli gezginimizin; Zuhuri Danışman ve Münir Çevik tarafından günümüz Türkçesine çevrilmiş eserini bulup okumak pek mi zor? Seyahatname’nin 8. cildinde, İzmir’in kazaları (Urla, Sancakburnu, Karaburun ve Burunâbâd) sayılır ve bu şehrin adı yalnızca şu cümlede anılır: ‘Ama hepsinden Burunâbâd mahsuldar, sümüklü; çünkü bütün halkı Rum ve şomdur.’ Hele, kitabı anılan yazarın adı ‘Evelyn Lyle Kalças’tır ki; gerçek bir Türk dostu ve Bornova hayranıdır. Hele Amazon’un, İzmir kralının kızı değil, Anadolu’nun savaşçı kadınları olduğunu belirtmek zorunlu oluyor. Bir de şu ‘Papuraki Burunova’ (Bornova Vapuru) konusu var. Bazıları bunu, Bornova merkezinde bir vapur iskelesi olduğu şeklinde yorumluyor. Olur mu efendim? Burada kastedilen, Bayraklı’da bulunan vapur iskelesidir. Bornova’da oturan zevk sahipleri, özellikle Levantenler, Konak’tan vapura binip Bayraklı’ya geliyor; burada bekleyen karaçolarına (faytonlarına) atlayıp, köşklerinin yolunu tutuyordu…” 

Söz konusu tartışmalı toplantıda moderatörün, (Türkçesiyle ‘Kolaylaştıran’ın) belirttiği gibi bu yazıda da Bornova’nın Aziz Atatürk’le ilişkisi üzerinde yoğunlaşacağım. 

ONA BORÇLUYUZ

“Sana borçluyuz ta derinden

Yurdumuzu sen kurtardın

Hasta, yorgun düşmüştük

Yaralarımızı iyice sardın.

Devrimlerle yüceltti, çok yüceltti

Bu milleti temiz ellerin,

Sana borçluyuz ta derinden

En büyüğü Mustafa Kemal’lerin”

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık koltuğunun arkasındaki duvarda şu cümle yazılıydı:

“İşlerinizde daima meşveret ediniz”

Her işiniz için, her zaman birbirinizle görüş alış-verişinde bulununuz demekti bu. Bilinir ki, daha sonra bunun yerine, bugünün Türkçesiyle şu söz yazıldı:

“Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur”

 Başka bir husus, tarihe bakanların gözünden kaçıyor. 8 Temmuz 1920 günü, Bursa’nın düşman tarafından işgali üzerine, ulusal yas simgesi olarak meclis başkanlık kürsüsü üzerine siyah bir örtü örtülmüştü.

Şükür ki; bu kara yas, iki yıl iki hafta kadar sürdü. Başkomutanın öngördüğü gibi, kahraman Türk Ordusu, Büyük Taarruz’un ardından sanki bir ulusu köpürdeyerek, Batı’ya akarak sevindiriyordu. Umutların çiçeğe durduğu 6 Eylül 1922 günü, Meclis Başkanlık Kürsüsü üzerindeki kara örtü, sevinç gözyaşları içinde kaldırıldı. Başkomutan ve Ordusu, bütün bir millet için ülkü olmuş kutsal hedefe, Bornova üzerinden İzmir’e yaklaşıyordu. İzmir’in Kurtarıcı Gazi’yi bekleyişi, Moralıoğlu Rıfat’ın şu dörtlüğünde ifadesini buluyordu:

“Özledik üç seneden fazla tahassürle sizi,

Bekledik râm ile imdada şitâp etmenizi,

Kesmedik Hak’tan ölürken bile ümidimizi,

Varolun… Azm ile kurtardınız en sonunda bizi.” 

(Tahassür: Özlem, Râm: Bağlılık, Şitâp: İvedi, Azm: Kesin karar)

Türk anaları, ninni söyleyecekleri çocuklarından, şu şiiri dinliyordu:

“Şimdi bir kuş olsam, kanadım olsa,

İzmir’e giden yol, eğer bu yolsa

Bir başıma bile giderim anne.

Bir çetin bilmece sorsam Paşa’dan

Söylemem memleket bağışlamadan;

Mutlaka İzmir’i isterim anne.”

                                 (Kemalettin Kamu) 

Evet, Kraliçe İzmir’in büründüğü kara yas, bin 213 gün sonra sona eriyor; İzmirlilerin “Mesut İstirdat” (Mutlu geri alış) dediği, o kutsal Cumartesi gelip çatmıştı. Tarihin yazdığı en kutsal savaş, benzeri görülmemiş hızlı bir akınla, bir tepeden yemyeşil Bornova’ya, onun üzerinden masmavi İzmir’e bakıyordu.

Sanki, “Söz konusu vatan savunmasıysa, gerisi teferruattır” diyen Muzaffer Başkomutan, sevinç fişeği gibi muştu veriyordu, “Kurtuluşu bütün millet için ülkü olmuş” güzel İzmir’e:

“Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak

Ben aşkımla bahar getirdim sana;

Tozlu yollarından geçtiğim

İklimden şarkılar getirdim sana.”

                                         (A. M. Dranas)

Türkiye, dahası insanlık tarihinin en güzel anlarından biri; Gazi Paşa’nın o kutsal Cumartesi günü, öğle üzeri, Bornova üzerinden İzmir’i kuşbakışı gördüğü andır diyebilirim. O gün, o saatlerde Başkomutan ve yakın komuta arkadaşları, adını oracıktaki çardak altı kahveevinden alan, 296 m yükseltili Belkahve’ye vasıl oldular (ulaştılar). Ben ordaymışım; konuşmalara kulak konuğu olmuşum gibi biliyorum bazı sözleri:

“Hitâmuhû misk” (mis gibi bitti).

Ulu Serdar (Başkomutan), mırıldandığı bu sözle dile getirdi hissiyatını.

Şunları da söylediğini biliyoruz:

“Bir rüya görmüş gibiyim!”

“Bu güzel şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm.”

İZMİR’İN MİLADI

“Milat” ne demek? “Doğum” demek; velet, tevellüt aynı kökten. Peki, kimin doğumu imiş söz konusu olan? Adına bizim “İsa” dediğimiz peygamberin, O (sıfır) tarihinde doğmadığı biliniyor. Kaldı ki; “Miladi” dediğimiz takvim, o tarihten 12 yıl önce kullanılmaya başlanmıştı. Amaç; “Sıfır” kabul edilen tarihleri büyükten küçüğe saymayı bitirmek. Üstelik, Halikarnas Balıkçısı’nın dediği gibi:

“İsa’nın doğmuş olması, o zamanın insanları için hiç önemli değildi; o zaman günlük gazeteler yayınlanıyor olsaydı, İsa’nın doğduğunu tek sütunluk bir haberde bile vermezlerdi.”

Söz buraya gelmişken, Balıkçı ve onu izleyenler için takvim, Sökeli Thales’in önceden tahmin ettiği, MÖ 585 yılının 28 Mayıs’ından başlamalıydı. Zira bu tarih; bir doğa olayının ilk kez önceden tahmin edilebildiği tarihtir.

İzmir’e gelince: İzmirliler, şehrin tarihini 9 Eylül 1922 Cumartesi’ye göre ikiye ayırırlar. Önce bunu özgün biçimiyle yazayım; ardından Türkçesi gelir: 

“Mesut istirdattan evvel; mesut istirdattan sonra.”

Bu özlü sözdeki “evvel”in “önce” demek olduğunu bilirsiniz. “İstirdat” ise, “geri alış” demek.

Evet; o mübarek gün, İzmir tarihinin en önemli günüydü. O sabah, saat 05.00’te güneş doğarken, II. Süvari Tümeni 201 Alay Dördüncü Bölük Keşif Kolu Komutanı Teğmen Enver; erleriyle birlikte bir yokuşu tırmanıverince, “kurtuluşu bütün bir millet için ülkü olmuş” İzmir’i, kuş uçuşu 10 km ötede, gözünün önünde gördü. Yüce Başkomutan’ın gösterdiği kutsal hedefe ilk önce kendisinin varmakta olduğunu düşünerek coşkuya kapıldı.

Çok geçmeden, Tümeni, Teğmen Enver’e yetişti. Aynı sabah, Bornova doğusundaki sırtlara ulaşan II. Tümen, Mersinli yolundan İzmir’e; I. Tümen de bunun solundan Kadifekale’ye doğru ilerlemeye başladı. Birliklerimiz Halkapınar köprüsünü geçince, Tuzakoğlu Un Fabrikası’ndan açılan ateş sonucu II. Tümen Dördüncü Alay’dan şu askerlerimiz “vurulup tertemiz alınlarından” şehitlik mertebesine ulaştı:

Akşehir’den Bekir oğlu Mehmet Çavuş, Antalya’dan Ömer oğlu Hakkı Çavuş,

Nevşehir’den Ahmet oğlu Seyit Ahmet.

Hastaneye kaldırılırken yolda şehit olan dördüncü erin adını bilmiyoruz, belki de hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz.

EX ORİENTE LUX

Türkçe şarkılara bile girmiş olan bu Latince deyimi, “Işık doğudan yükselir” diye Türkçe söyleyebiliriz. Yirminci Yüzyıl’ın Prometheus’u, “Güneşin doğacağına inandığı için” 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Anadolu anakarasına ayak basmıştı. 29/30 Ağustos 1922 gecesi Fevzi ve İsmet Paşalarla, bugün Zafer Odası olarak bilinen Belediye Dairesi’nde bir araya geldiler. Bakın Muzaffer Gazi o gece için ne diyor: 

“Durumu bir daha gözden geçirdik ve kesinlikle hükmettik ki; Türk’ün gerçek kurtuluş güneşi,

30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şaşasıyla (parlaklığıyle) doğacaktır.”

Dediği ve İstanbul’daki yabancı devlet konsoloslarına bildirdiği gibi, 9 Eylül 1922 günü Nif’te (Kemalpaşa’da) bulundu. O geceyi bu sevimli ilçede geçirdi ve 10 Eylül 1922 Pazar günü; üstü açık otomobilde iki arkadaşı ile birlikte BORNOVA ÜZERİNDEN İzmir’e ulaştı. Bu yüzden ben, Bornova için “Hasret Kavuşturan” diye haykırıyorum. 

Atatürk Bornova’ya daha sonra birkaç kez daha gelmiş ve hep, 9 Eylül 1922’de, bu şehrin yeşillikleri arasından İzmir’e girişini anmış ve anlatmıştır. Bu sevginin anıtsal kanıtı, bugünkü Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi önündeki, heykeltraşı Krippel’in yaptığı nefis Atatürk anıtıdır. Bu tunç büstün altında; “Türk vatanın kurtarıcısı, Türk çiftçisinin önderi Atatürk’ün, Bornova Ziraat Mektebini ziyaretinin anısı” olduğu belirtilmektedir.

(Bornova Belediyesi’nin yayına hazırlamakta olduğu “Bornova Kitabı”ndaki yazımda, bu konuyu genişçe anlatıyorum.)

 Yazıyı bitirirken, İzmirli Şair Necati Cumalı’nın İzmir’i sevgileyen “İTHAF” adlı şiirini, şairinin kendi el yazısıyla sunuyorum:

Renkli Kalem Medya Grubu
Tüm Hakları Saklıdır ©