Kozbeyli’den Fula Dağı’na

Bugün rotamızı kuzeye; Yeni Foça civarına çevirdik. Hem Kozbeyli köyünden Yeni Foça’nın arkasında yükselen Fula Dağı’na doğru toplamda yaklaşık 16 km.lik konforlu bir yürüyüş yapmak, hem de Yeni Foça kırsalında ve Kozbeyli’de eski mübadil zamanlarına doğru düşsel yolculuklara çıkarak günün hikâyelerini yakalamak istedik

Yazı ve Fotoğraflar: İbrahim Fidanoğlu

 

Kuzu Bey’in köyü Kozbeyli

Kozbeyli köyü, adını aldığı kurucu atası Kuzu Bey’in hatırasını günümüze taşıyan ve arka planında saklı hikâyeleriyle bugünkü tüketim ağırlıklı hayatımıza katabileceği çok unsuru içinde barındıran değerli bir yerleşim olarak dikkat çekiyor. Bugün Aliağa ve Yeni Foça arasında; ülkenin demir çelik sektörünün kalbinin attığı bir havzanın hemen yakınlarında yer alanKozbeyli, tarihte özellikle Cenevizliler döneminde ekonomik değeriyle öne çıkan Şaphane Dağı’nın kuzeydoğu eteklerinde Ortaçağ’da bu kıyıları tehdit eden korsan akınlarına karşı korunaklı bir tepenin üzerinde kurulmuş. Dağdan beslenen su kaynaklarıyla hayat bulan köyün; önceleri Şaphane Dağı’nın yukarılarında kurulduğu (köyün eskileri, bu yerinYolmuç olarak adlandırıldığını söylüyorlar), daha sonra korsan akınlarından korunma amacıyla bu tepenin doğuya bakan yamaçlarına doğru kaydığı anlaşılıyor.

Kuzu Bey, büyük olasılıkla buraları yurt bellemiş bir Türkmen beyi olmalı. Kozbeyli’nin konumlandığı tepenin sırtlarında yer alan ve kitabesinden Hicri 1027 (Miladi 1611) yılında yapıldığı anlaşılan cami ve hemen yanındaki Kuzubey Kulesiolarak bilinen kule yapısı, 17.yy.da merkezi otoritenin zayıfladığı ve ayanların yerel otorite olarak öne çıktığı döneme işaret ediyor. Demek ki köyde o dönem bir savunma refleksinin geliştiği anlaşılıyor.

Prof. Ersin Döğer’in Menemen ya da Tarhaniyat Tarihi isimli kitabında 18.yy.da Kozbeyli’yi de etkileyen eşkıyalık olayları şu şekilde aktarılıyor:

“Güzelhisar-ı Menemen Voyvodalığı’nı uzun süre ellerinde bulunduran Kalabaklı Himmetoğulları, bölgede önemli rol oynayan ayanlardandı. Himmet Ağa, Kalabaklı köyünden Güzelhisar’a gelerek yerleşmiş, Güzelhisar Tuzlası’nı (bugünkü Aliağa plajları civarı) işleterek zengin olmuştu. Himmet Ağa’nın ölümünden sonra oğlu Zeynelabidin, Güzelhisar Voyvodası oldu. Fakat iltizam parasını ödeyemediğinden 1749 yılında (Hicri 1163) azledildi. Zeynelabidin, Menemen Voyvodası Boğazlı Hasan Ağa ve Helvacıköy Ayanı ile iltizam ve rekabet yüzünden iyi geçinemiyorlar, birbirlerini her fırsatta şikâyet ediyorlardı. Bozköy’e yerleşen Zeynelabidin, adamları eşkıya Bakioğlu Osman ve Öküzköylü (şimdiki Şehit Kemal köyü) Kara Süleyman ile birlikte, Bozköy, Kozbeyli, Ilıpınar, Gökkebir ve Şeyh-i Kebir köylerinin vergilerini zorla toplamaya başladı.

Bu şikâyetler üzerine Zeynelabidin, silahlı adamları ile birlikte Helvacıköy’ü güpegündüz bastı, tüm köyü yaktı ve köy halkından Hacı Ali, Seyyit Mehmet, Tilkioğlu Mustafa ve Mağripli Mehmet adlı kişileri öldürdü. Halkın tüm mal ve erzaklarına el koyduğu gibi Debbağoğlu Halil’in kızını da kaçırdı.

Şikâyetler üzerine bu olayın soruşturmasıyla Aydın Valisi Vezir Ragıp Paşa görevlendirildi. Yapılan tahkikat sonucunda Zeynelabidin ve kardeşleri suçlu görüldü ve Güzelhisar’dan sürüldüler.”(1)

Yine aynı kitapta; Kozbeyli’nin 1531 yılından sonraki tapu tahrir kayıtlarında Menemen Kazası’na bağlı bir köy olarakKuzubeğli adıyla anıldığı belirtiliyor.

Ersin Döğer’e göre, “köyün adı, 13. ve 14. yüzyılda bu bölgeye iskan edilmiş bir konar göçer Türkmen aşiret yada oymağı ile ilişkili olmalıdır. Aynı şekilde adı yine bir Türkmen oymağı ile ilişkili görünen Gencerli veya Genceli (Gencelü, Gençerlü) koyuna hâkim ve tüm Türk köyleri gibi denizden gelecek tehlikeye karşı, kıyıdan belli bir uzaklıkta yer alan Kozbeyli köyü, Yaren Dede adındaki yatırı ile de eski bir iskân olarak dikkati çekmektedir. 1575 yılı tahririnde Yeni Foça Kalesi muhafızlarının tımarı olup Yörük defterinde 65 nefer ile Ellici cemaatinden 12 nefer kayıtlıdır. 1668 avarız haneleri tespitinde 10 hane vergi mükellefi vardır.

1890 yılı Aydın Vilayeti Salnamesi’nde 524 nüfusuyla 19.yy.ın başında kaza statüsüne yükseltilmiş olan Foçateyn ilçesinin Yeni Foça nahiyesine bağlıdır. 1927/1928 yılı İzmir Vilayeti Salnamesi’nde ise 665 nüfus kayıtlıdır.”(2)

Yukarıda anlatılan bilgiler ışığında köyün; 16.yy.ın ilk yarısında yukarıda sözü edilen Şaphane Dağı’ndaki ilk yerinden, bugünkü bulunduğu yere taşınmış ve burada yeniden kurulmuş olabileceğine işaret ediliyor.

Kozbeyli’nin geçmişinde saklı kalan dönemlerden biri de Osmanlı’da Fetret Devri diye bilinen ve 1402’de Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nda Timurlenk’e yenilmesiyle başlayan sıkıntılı zamanlara ait olmalı. Çünkü Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa’nın öne çıktığıŞeyh Bedrettin İsyanı’nın 1.Mehmet tarafından kanlı bir şekilde bastırılması sürecinde; Aydınoğulları’na kan bağıyla bağlı olanİzmiroğlu Cüneyt Bey’in bu isyanla ilişkili Batı Anadolu’daki son direniş noktaları yakın coğrafya içindedir.

“Timur, İzmir’i Latinlerin elinden aldıktan sonra Aydınoğlu Musa Bey’e vermişti. Bununla birlikte Anadolu’dan çekildikten sonra Yıldırım Beyazıt’ın İzmir’e subaşı yaptığı Kara Hasan Ağa’nın kardeşi Cüneyt Bey İzmir’i ele geçirdi. Cüneyt Bey, Aydınoğlu Umur Bey’in kardeşi Fatih İbrahim Bey’in oğluydu ve İzmir üzerinde hak iddia etmesi örf ve geleneğe aykırı değildi. Kendisi bir ara tüm Aydınoğulları arazisini ele geçirmişti ve İzmiroğlu olarak da anılmaktaydı. Çelebi Mehmet I, kardeşlerini birer birer ortadan kaldırdıktan sonra, Batı Anadolu’yu yeniden ele geçirmek üzere İzmir’deki Cüneyt Bey’in üzerine yürüdü.”(3)

Cüneyt Bey üzerine gerçekleştirilen sefer, 1412 yılında gerçekleştirilir. Yeni Foça’daki şap ticaretini kontrol eden Cenevizliler’in hizmetindeki Bizanslı tarihçi Dukas’dan aktarıldığına göre;

“Mehmet Çelebi, bu defa Asya’ya (Anadolu) geldiğinde; Cüneyt’in kuvvetlenmiş olduğunu ve kabına sığamadığını gördü. Onu tedip (cezalandırma) için harekete geçerek Asya’nın Bergama şehrine geldi ve Cüneyt’e şu haberi gönderdi: “Sahip olduğun yerleri terk ve teslim et.” Cüneyt ise hiçbir cevap vermeyerek kaleleri tahkim etmiş, vaziyetin gelişimini bekleyerek yerinde oturuyordu. Mehmet Çelebi Kimi’ye (Kyme; şimdiki Nemrut Limanı) gelerek kalenin teslimini istedi. Teslim olmayınca harp ile zapt etti. Bu kale Cüneyt’in hükmü altındaydı ve kaledeki silahendazları kılıçtan geçirdi. Yerli ahaliyi serbest bıraktı. Oradan kalkarak Menomenos (şimdiki Menemen) ovasına geldi. Orada Arkhangelos adında sağlam ve kuvvetli bir kale vardı. (Dumanlı Dağı’nın batı yüzündeki Yanıkköy üstünde bulunan Neonteikhos Kalesi kast ediliyor) Türkler, bu kaleye Kayacık adını verdiler. Mehmet Çelebi burayı da büyük kuvvetler kullanarak harp ile zapt edip Nif’e geldi. Burayı da harp ile zapt ettikten sonra İzmir’e geldi.”(4)

Anlaşıldığı kadarıyla çok yakınında yer alan iki kale merkezinde geçen bu olaylar, zamanında Kozbeyli’yi de etkilemiş olmalı. Bu el değiştirmelerle geçen süreç, sonunda Osmanlı birliğinin yeniden kurulması ile son bulacaktır.

Kurucu atası Kuzubey’in ismiyle anılan Kozbeyli, aslında bir Türkmen köyü. Ancak, 1821’de Yunanistan’da Mora Ayaklanması ile başlayan süreçte Batı Anadolu’ya yönelen Rumların kitlesel göçünden söz ediliyor. Özellikle kıyılardaki verimli topraklarda yerleşen Rum ahali bir anlamda Mora’daki karışıklıklardan ve Kıta Yunanistanı’ndaki coğrafyanın imkânsızlıkları ve geçim sıkıntısı gibi nedenlerle Batı Anadolu’ya geliyorlar. Bugün eski Rum mahalleriyle dikkatimizi çeken örneğin Foça, Alaçatı, Ayvalık, Bergama gibi birçok Ege kasabasındaki Rum nüfus hareketleri o yıllara dayanıyor. Bu konuda Atina’daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’nin özellikle mübadeleyle Anadolu’dan Kıta Yunanistanı’na göçen Rum mübadiller arasında yaptığı araştırmalar sonucunda elde edilen kayıtlar bu savı destekler nitelikte görünüyor.

 

Bunlardan bir kaçı aşağıda:

Ariadni Polikrati; Osmanlı Devleti’nin son devrinde Çiftlik Aya Yorgi’de (Çeşme) doğmuş, 24.6.1963’de Atina’da mülakatı yapan Zoi Kyritsopulu, “Köyüm Abdul Ağa diye bir Türk’ün mülkü olan bir çiftlikten ibaretmiş. Hıristiyanlarla çok iyi geçinirmiş, onlara tarla vermiş, düzen kurmalarına yardım etmiş. Bir gece Aya Yorgi rüyasına girmiş, Türkler o azizi çok sayarlardı, aziz şöyle demiş ona:’Bu günden itibaren köye Abdül Ağa Çiftliği demek yok, adına sadece Çiftlik Aya Yorgi denecek.’ Büyükannem bana böyle anlattı, o da kendi büyüklerinden duymuş.”(5)

 

Bornovalı bir mübadilin anlattıkları: 

1906 Bornova doğumlu Hiliopolus Nikolaos, 26.7.1968’de Atina’da mülakat yapan Zoi Kyritsopulu: “Bornovalı Hıristiyanların kökü Kytheros, Sakız, Midilli’ye dayanırdı, geleli yıllar oluyordu, bazıları 1912’de varmıştı buraya. Benim büyük-büyük dedem 1821’de, devrim sırasında (Yunanistan’ın bağımsızlığı kast ediliyor) Peloponnesos’tan gelmiş.”(6)

Kıta Yunanistan’ı veya adalardan geliş nedenlerini açıklayan bir ifade:

Gavurköy; 25.9.1964’de Tbehai’de mülakat yapan Zoi Kyritsopulu: “Yaşlılara niye köylerini bırakıp Küçük Asya’ya geldiniz diye sorduğumuzda dediklerine göre, daha rahat yaşamak, büyük alanlarda tarım yapmak, zengin olmak isterlermiş ki öyle de olmuş zaten.”(7)

İşte bugün konumu itibariyle Kozbeyli’nin; Balkan muhacirlerinin iskânı için kurulan Yeniköy çıkışına denk düşen Rum Mahallesi de böyle oluşmuş. Köyün doğusunda yer alan bir sekide, Rumların bir kilisesi ve papazın evi varmış. Kilise, mübadeleden sonra Cumhuriyet döneminde bir süre okul olarak işlev görmüş. Daha sonra kilisenin taşları, köyün alt kısmına yapılan okulun inşaatında yapı malzemesi olarak kullanılmış. Şimdi orada kalan yapı kalıntıları, papazın evinden günümüze kalanları temsil ediyor.

Biraz daha beri de ise, bugün ayakta olan ve son yıllarda Foça Belediyesi’nin çabalarıyla restore edilip bir tür etnografik müzeye dönüştürülen Çapkınoğlu’nun evi ve meyhanesi yer alıyor. Kapı lentosu üzerinde 1878 tarihini taşıyan Çapkınoğlu’nun evinin hemen karşısında yer alan meyhane, o günleri ne kadar anımsatır bilinmez ama yine bir meyhane havasında düzenlenmeye çalışılmış. Kemal Anadol’un Büyük Ayrılık isimli belgesel romanında köyden ve bu meyhaneden şöyle söz ediliyor:

“Köyün kurucusu ve derebeyi Kuzubey, aşağıyı gözetlemek ve kendini korumak amacıyla görkemli bir kule-ev inşa ettirmişti. Altından geçen Pınarderesi’ne bakan uçurumun üstüne yerleştirilen bu ürkütücü yapı, mazgalları ve korunaklarıyla tam bir kartal yuvasıydı.

Köyde ahşap mimariye rastlanmazdı pek. Civardaki taş ocaklarının ürettiği birinci sınıf ebniye ve kayrak taşlarından yapılan iki üç katlı evler de korunaklıydı ve onlar da gerektiğinde kendilerini savunacak biçimde inşa edilmişlerdi. Tamamı dağın yamaçlarına yaslanan, Çandarlı Körfezi’ne dönük ve birbirlerinin manzarasını kapamayan taş evlerin görünümü Kozbeyli’nin kimliği ve simgesiydi sanki.

Eskiden olduğu gibi 1909 yılında da iki mahallesi vardı köyün. Birisinde Türkler, diğerinde de Rumlar ikamet ederdi. Türklerin yukarı ve aşağı olmak üzere iki bölümdü. Kuzubey’in kule-evi ve hemen yanındaki antik cami Yukarı Mahalle içinde kalıyordu. Caminin altı ve batı kesiminde kalan evler de Aşağı Mahalle’yi oluşturuyordu.

Yukarı Mahalle’de evler iç içeydi. Ortada Gedikönü adı verilen küçük alan çocukların oyun yeriydi. Burada 60 civarındaki evi parmakla saymak olasıydı. Aşağı Mahalle’deki 40 ev de bunlar ilave edilince ortaya çıkan 100 rakamı Türk hanelerin sayısını belirliyordu.

Rum evleri, Kocakayalar (köyün arkasındaki tepenin üstünde yer alan yekpare kayalara verilen isim) altındaydı. 30 kadar evin üstündeydi kilise. Bahçesinde papazın lojmanı bulunuyordu. Kiliseye gelmeden önce taş sütunlu bir kapıdan girilen ve taş çerçeveli iki penceresi olan tek katlı özel yapı Çapkınoğlu’nun ünlü meyhanesiydi. Çapkınoğlu, meyhanenin tam karşısına bahçe içinde, iki katlı, sütunlu, süslemeli güzel bir ev yaptırmıştı.

Kozbeyli’de de üretilen ünlü Foça Karası şarabını sunuyordu müşterilerine Çapkınoğlu. Yörede çok özel bir yeri olan bu meyhane herkese açık değildi. Üç Rum kızının garsonluk yaptığı binaya Türklerin girmesi daha da zordu. Onların buraya uğrayabilmesi, ya paralarının ya da güçlerinin fazla olmasına bağlıydı. Sadece bunlar da yeteli değildi. Müşteri ister Rum, isterse Türk olsun ve ne kadar içerse içsin, bulunduğu yeri adabıyla terk etmesini bilecekti. Meyhane kapıları, şımaran, cıvıtan ve dağıtanlara bir daha açılmamak üzere kapatılıyordu.”(8)

Bugün için Kozbeyli köyü, hem kısmen korunan sivil mimari örneği taş evleri, tepedeki camisi, Kuzubey ile ilişkilendirilen kulesi, ovaya doğru eski çeşmeleriyle sahip olduğu zengin tarihi iklimi ve aynı zamanda Gencerli Körfezi’ne yakınlığıyla bir çekim merkezi haline geldi. Büyük şehirlerden buralara gelip eski evleri restore ettirenler ya da Şaphane Dağı’nın eteklerindeki düzlüklere dek uzanan geniş alanlarda modern anlayışa göre çiftlik evleri inşa ettirenler, köyün nüfusunun kabarmasına yol açtılar. Köyde açılan oteller, kır lokantaları ve kahvaltı evleri, dibek kahvesi ile öne çıkan kahvehane ve kafeteryalar, hediyelik eşya dükkânları köyde turizmin bir geçim kaynağı haline geldiğini gösterse de; bunun ne kadarının Kozbeyli köylülerine yaradığı konusu biraz belirsiz gibi. 

Kozbeyli’den Fula Dağı’na

İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kozbeyli köyünün ilkokulunun köşesinden Şaphane Dağı’na doğru yönelen bir yürüyüş rotasını işaretleyerek yürüyüşçüler ve bisikletçiler için düzenlemiş. Bu rota, Yeni Foça’nın hemen üstünde yer alan Fula Dağı’na kadar devam ediyor. Ayrıca, Yeni Foça’nın girişindeki sitelerden başlayan ve Fula Dağı ile Kozbeyli’ye yönelen başka başlangıçlar da mevcut. Kozbeyli’den Fula Dağı’na kadar olan rotanın toplam uzunluğu 8 km. kadar. Bunu gidiş-dönüş olarak düşünürsek, toplamda yaklaşık 16 km.lik bir yürüyüş parkuru anlamına geliyor. Hafif zorlukta bir yürüyüş parkuru özelliğindeki rotanın en dik yerlerini Şaphane Dağı’nın kuzey yakasına tırmanan patikalar oluşturuyor.

Arabayı asfalt yolun Fula Dağı rotası ile kesiştiği noktada bırakarak Şaphane Dağı’nın eteklerine doğru yürümeye başladık. Kozbeyli İlkokulu’ndan beri takip ettiğimiz asfalt yol boyunca irili ufaklı sayısız çiftlik evini arkamızda bıraktık. Kimisi malikâne boyutlarındaydı, kimisi ise birer mütevazı kır evi görüntüsündeydi. Yeni Foça civarında yürümek, bizim için kuzeyin florasına baharda bakmak açısından da bir fırsat anlamını taşıyordu.

İlk dağ karanfilleri çıktı karşımıza. Yürüdükçe aslan dişleri, sarı kantaronlar, türlü türlü dikenler, maydanozgillerden bir grup nebat, daha ilerledikçe Fula Dağı’na doğru benzersiz güzellikteki çiçekleriyle kapariler, sapsarı top gibi çiçekleriyle ölmez otları, hatmiler, çiçeğe durmuş sumak kolonileri, mor beyaz çiçekleriyle ebegümeçleri nasibimize düştüler bugün.

Şaphane Dağı’nın eteklerini dolanarak hafiften yükselmeye başladık. Birer birer kilometre levhalarını arkamızda bırakıyorduk. Dikkatimizi çeken noktalardan biri de; yol boyunca yanımızda bir duvar gibi yükselen tortul kayaçlardan oluşan tabakalardı. Sanki deniz dalgaları yalamış geçmişti hepsinden. Dağın kuzey yüzünden devam eden yürüyüşümüz bir süre sonra bir bele ulaştı. Belin arkasına doğru dolandığımızda solumuzda Şaphane Dağı’nın kuzeye bakan yalçın kayalıkları belirdi. Toprak yoldan aşağılarda Rumlardan kalma birkaç kule evin yıkıntıları dikkatimizi çekti. İçlerinden en iyi durumda olanına dönüş yolunda uğramayı planladık.

Şaphane Dağı’nın zirvesine doğru ilerleyen yol ayrımına ulaştığımızda tam bir dört yol ağzına gelmiştik. Bulunduğumuz noktadan güneye doğru; ufka baktığımızda, daha önceki haftalarda yürüdüğümüz Kapukaya’yı siluet olarak seçebiliyorduk. Yeni Foça yönündeki Fula Dağı ise, artık tam karşımızdaydı. Diğer iki yoldan biri, geldiğimiz yöne doğru bir alt düzlemden ilerleyen üçüncü seçenekti. Bu yol, Yeni Foça kırsalına serpilmiş kule tipi Rum evlerinin bulunduğu yamaçlara doğru gidiyordu. Dördüncü ve son sapak ise, güneye doğru hemen altımızda uzanan ve Yeni Foça’nın Foça Jandarma Komando Alayı yönündeki yeni genişleme havzasında yer alan mahallelere doğru iniyordu. Biz Fula Dağı’na doğru devam ettik. Fula Dağı’na yaklaşırken sağlı sollu kapariler başladı. Çiçekleri yeni açmıştı. Biraz ilerde Fula Dağı’nı çepeçevre saran ring yolundan ayrılarak tepeye doğru tırmanmaya başladık. İlk başta oldukça dik bir eğimle başlayan tırmanışımız bir süre sonra yumuşadı. Kısa sürede dağın zirvesine ulaştık. Tepede bizi, rüzgârla dalgalanan al bayrağımız karşıladı. Yeni Foça manzarası eşliğinde Fula Dağı zirvesinde yenilen yemek, günün ödülü gibiydi.

Mola sonrası dönüş yoluna koyulduk. Dönüşte amacımız, giderken tespit ettiğimiz çatısı çökük Rum kulesine uğramaktı. Öyle de yaptık. Toprak yoldan hafif eğimli küçük bir patikayla ulaşılan ev, belli ki yakın zamana kadar mübadele sonrasındaki yeni sahipleri tarafından kullanılmıştı. Ama ne yazık ki evin durumu artık iyi değildi. Zaten terk edilmiş ev, iki ayaklı “akbabalar” tarafından yağmalanmıştı. Yerde yatar bulduğumuz giriş kapı lentosunun üstünde yer alan yazıtta, evin sahibinin ismi ve yapım tarihi yazılıydı. Ayrıca bir de kısmen tahrip edilmiş haç kabartması bulunuyordu. Ev, 1878 yılından kalma idi. Lentonun üstünde okuyabildiğimiz kadarıyla Hristifis Ienotariotsözcükleri seçiliyordu. Herhalde evin sahibinin isimleri olmalıydı diye düşündük.

Ev, iki katlı alt katı sağır; üst katında pencereleri bulunan, ahşap hatıllarla kat araları belirlenmiş ve Yeni Foça’daki taş ocaklarından çıkarılan Foça taşları kullanılarak yapılmış bir yapıydı. Alt ve üst katında birer ocak; duvarlara gömülü iki raflı dolaplar, doğuya bakan duvarda büyük olasılıkla kutsal ikonaların konduğu nişler mevcuttu. Çatısı çökmüş evin içini çitlembikler ele geçirmişti. Az ötedeki zeytinlerin de hali bakımsızlıktan haraptı. Sözün kısası her yer tarumar haldeydi. İster istemez manzara hepimizi hüzünlendirdi. İnsana esas dokunan, yaşanmışlıkların izleri ve terk edilmişlik duygusuydu. Bu düşüncelerle yıkıntılar arasından ayrıldık ve yeniden Kozbeyli yönüne doğru yürümeye devam ettik.

Kozbeyli’nin Gencerli’ye doğru biraz altında rastladığımız bir başka Rum evinin durumu ise daha farklıydı. Evin sahipleri, herhalde yıkıntı haline gelmesin diye evin bütün pencerelerini taşla kapatmışlardı. Anıtsal boyutta diyebileceğimiz bir çitlembik ağacının gölgesindeki iki ayrı evden oluşan kompleks yapının iki farklı renkte taşlardan örülmüş kemerli pencereleri ve ustaları tarafından sanki bir imza atarcasına duvarlarına işlenmiş balık sırtı desenleri dikkat çekiciydi. Zamanın yorgunluğunu taşıyan bu eski yapılar, şimdi ıssızlığın ortasında sanki kaderlerine terk edilmiş bir haldeydiler.

Kozbeyli’ye ulaşmıştık. Sıcak bir havada yaklaşık 16 km kadar yürümüş, Türkmen ataların kurduğu eski bir köyün ahir zamanlarında ortaya çıkan mübadil hikâyeleri eşliğinde günün hüznünü ve zamanın ruhunu yakalamaya çalışmıştık. Yeni Foça sahilinde maviliklere karşı içilen yorgunluk çayları sonrasında yönümüzü İzmir’e çevirdik. Artık şimdi eve dönme zamanıydı.

Dipnotlar

(1)Ersin Döğer, Menemen ya da Tarhaniyat Tarihi, Sergi Yayınevi, Mart-1998; sayfa:86

(2)Ersin Döğer; a.g.e; sayfa: 240-241

(3)Ersin Döğer; a.g.e; sayfa: 63

(4)Ersin Döğer; a.g.e; sayfa: 64

(5)Herve Gergelin, Smyrna’nın Sonu, Bir Zamanlar Yayıncılık, Çeviri: Saadet Özen, Aralık-2008; sayfa: 30, (16) nolu dipnot

(6)Herve Gergelin, a.g.e. ; sayfa: 31, (18) nolu dipnot

(7)Herve Gergelin, a.g.e. ; sayfa: 31, (19) nolu dipnot

(8)Fotoğraflar İbrahim Fidanoğlu tarafından çekilmiştir.

Renkli Kalem Medya Grubu
Tüm Hakları Saklıdır ©