Beşparmak Dağları’nın gölgesi’nde bir renk cümbüşü: Çomakdağ
Yapılacak bitmeyen işler, peşimizi bırakmayan sorumluluklar... Kimi zaman küçük bir mola vermek gerekiyor; keşfetmek, görmek, yaşamak ve unutulmayacak hatıralarla dolup taşmak için! Kimbilir gördüklerimiz, yaşadıklarımız, bu mola öyle iyi gelecek ki, belki de durup durup tekrar hatırlayacağız hayatımız boyunca…
Yazı: Yeşim Özcan
Fotoğraflar: Murat Solakoğlu / Zeynel Güven
Beşparmak Dağları’nın gölgesi’nde bir köye; nakışlı ahşap oyma kapıları, ustasının marifetlerini sergilediği bacalarıyla taş evleri, uçsuz bucaksız zeytin ağaçları, yemenisine fesleğenler, reyhanlar, mis gibi kokan çiçekler kondurmuş, ipek ve altının bir araya geldiği entarili kadınlarıyla bir renk cümbüşüne konuk olmaya gidiyoruz Çomakdağ Kızılağaç’a…
Uçsuz bucaksız vadiye hakim bir tepede bulunan Çomakdağ, Milas’ın gelenek ve göreneklerini günümüzde hala yaşatan bir dağ köyü. Köye iki şekilde ulaşılabiliyor: Bodrum tarafından gelirken Milas otogarını geçtikten sonra Dibekdere Köyü yoluna girerek; Kafaca, Epçe üzerinden Çomakdağ’a varılabilir. Diğer güzergah ise Bodrum- İzmir karayolu üzerinde Milas otogarına gelmeden Labranda Antik Şehri’nin sapağından girerek, Kızılcayıkık, Bahçeburun, Çınarlı köylerinden geçilerek ulaşılan yol.
“Mabetler Şehri”…
Son yılların gözde mekanı, deniz, güneş ve eğlence diyarı Bodrum ile doğanın gizli güzelliği Bafa Gölü arasında nedense acelece geçilip gidilen, günümüzde hak ettiği ilgiyi görmeyen, ancak Antikçağ’da “mabetler şehri” olarak ünlenen Milas’a uğruyoruz önce.
Sırasıyla Leleg, Karia, Lidya, Pers, Helen, Roma, Bizans, Selçuklu, Menteşe Beyliği ve Osmanlı Uygarlıklarını yaşamış olan Milas’ın antik ismi Mylasos ya da Mylasa olarak bilinmektedir. Sodra( Çomakdağ) Dağı’nın eteklerinde kurulan şehir, Antikçağ’da hem başkentlik yapmış hem de dini merkezlerden birisi olmuş. Tüm Karia Bölgesi’nin ulusal tanrısı Zeus Karios Mabedi’nin yer aldığı Milas, bu dönemde her yerinin mermerle kaplı olması sebebiyle “mabetler şehri” olarak anılmıştır. Bugün Milas sınırları içinde 27 antik kentin kalıntılarını görmek mümkün.
Milas’ın sokaklarında bir kahveye oturuyoruz soluklanmaya. Etrafımız hemen kalabalıklaşıyor. “Nerden geliyorsunuz, Bodruma’mı geçiyorsunuz” diye soran Milaslılar’a “Hayır, Çomakdağ’a gezmeye geldik” dediğimizde, bu akşam düğün var köyde, pek güzel olur oranın düğünleri, hem bu düğünde pehlivanla güreş tutacek” cevabını alıyoruz onların şivesinde. Çaylarımızı getiren kişi, Çomakdağlılar’ın düğünlerinin çok renkli olduğunu, yemenin içmenin sınırının olmadığını, düğünlerin günlerce konuşulduğunu ve çok masraflı olması sebebiyle azıcık (!) tutumlu olduklarını anlatıyor gülümseyerek. Bizim göreceğimiz bu düğünü yapanların çok varlıklı olduğunu, kızın dıştan yani başka memleketten olduğunu, damadın da okumuş, çok faydalı bir insan olduğunu öğreniyoruz çaylarımızı yudumlarken. “Her düğünde en az bir kilo altın takılır kıza” diye söze karışıyor sonradan Çomakdağlı olduğunu öğrendiğimiz yaşlı bir amca gururla!
Ketendere, İkiztaş, Çomakdağ( Kızılağaç)…
Milas’tan yola koyulup, Beşparmak Dağları’na vardığımızda Çomakdağ köyleri olan İkiztaş, Kızılağaç ve Ketendere çıkıyor karşımıza. Özellikle taş evlerin vadi manzarasına bakan, boyalı, ahşap pencereleri, toprak damları bacaları hemen dikkatimizi çekiyor. Çomakdağ evleri genelde iki katlı, her evin etrafında kalın duvarlar var. 1970’li yıllara kadar evlenecek çiftlere mutlaka bu taş evlerden hazırlanırmış. Yapımı oldukça zahmetli olan bu evleri taş ustaları yörede bulunan taş ocağından çıkarılan ve içinde bulunan silisyum nedeniyle pırıl pırıl parlayan taşlardan, el hünerlerini sergileyerek yaparlarmış. Bir taş evi ortalama iki usta ancak iki ayda tamamlayabilirmiş. Hünerli ustalar şimdilerde çok yaşlandığı, genç olanların çoğu da Bodrum’a taş işlemeye gittiği için artık evler beton ya da kerpiçten yapılır olmuş.
“Önde Zeytin Ağaçları Arkasında Yar”
Beşparmak Dağları’nda kıvrıla kıvrıla akıp giden, göz alabildiğine zeytin ağaçlarıyla bezenmiş yollardan geçerken birden aklıma Bedri Rahmi Eyüboğlu’unun şiiri düşüyor: “Önde zeytin ağaçları arkasında yar…” diye başlayan! Bundan 50–60 yıl önce Söke Ovası’na pamuk ekmeye giden köylüler, kazançlarıyla bu dağlarda arazi satın almışlar. Bu arazilere zeytin ağaçları dikmişler. Bugün Çomakdağ halkının geçim kaynakları arasında pamuk ve hayvancılıktan sonra zeytincilik çok önemli bir yere sahip.
Kıvrıla kıvrıla tepelere ulaştığımız, gözümüz zeytinliklere yeşilliğe alıştığı bir zamanda Çomakdağ Kızılağaç’a ulaşıyoruz. Taş bir evin gölgesine oturmuş köyün yaşlı kadınları sanki buralıymışız, geleceğimizden haberliymişler gibi karşılıyorlar bizi. “hoş geldiniz, kimlerdensiniz” sorusu ve gülüşmeler, konuşmalar başlıyor. “Bugün ve yarın köyde düğün var, hiçbir yere gitmeyin burda oluverin olur mu” diyor ve elimi sıkıyor en yaşlı en güleç yüzlü olanı.
Fesleğenler, kokulu çiçekler… her şeyin bir dili var Çomakdağ’da!
Çomakdağ’da kadınların giydiği kıyafetlerin, taktıkları aksesuarların hepsinin bir dili, anlamı var. Özellikle kadınların giydiği kıyafetlerden evli mi, çocuğu var mı, kocası hayatta mı? gibi birçok sorunun cevabını sormadan öğrenebiliyorsunuz.
Düğün, dernek dışındaki günlerde kadınlar basma ve pazenden dikilmiş elbiseler, altına ise topdon denilen şalvarlar giyinirlermiş. Özel günlerde ise tüm kadınlar yöresel kıyafetlerini giyiniyor. Özellikle köyde dokunan ipek kumaşlarla hazırlanan yöresel kıyafetler dikiş bilen kadınlar tarafından dikiliyor. Köyde hala az da olsa ipekböcekçiliği ile uğraşılmasının en önemli sebebi kadınların bu yöresel kıyafetleri için ihtiyaçları olan ipek kumaşları sağlamak.
Üçbeş entari adı verilen yöresel kadın kıyafeti yedi kattan oluşuyor. Ayağa önce topdon denilen ve üzerine yöresel el işi olup, “yaneş” denilen elişi kumaşların bulunduğu şalvar giyiliyor.Yaneş aile yadigarı kıymetli bir el işi olup, yapımı nerdeyse altı ay sürebiliyor.
Topdonun üzerine entariye benzeyen uzun kollu ipek bir gömlek giyiliyor. Onun üzerine de üçbeş entari giyildikten sonra bele yün bir kuşak bağlanıyor. Kuşağın üstüne ipek bir önlük, elbisenin üst kısmınaysa göğüslük takılıyor. Elbiselerin arkasına nazardan korunmak için boncuk işlemeli bir kumaş bağlanıyor. Çomakdağ kadınlarının ister düğün dernekte isterse gündelik hayatta hiç kafalarından çıkarmadıkları tuğra denilen başlıkları onlara ayrı bir güzellik katıyor. 33 adet altın, taka denilen başlığın üzerine tutturuluyor ve sakındırak adı verilen bir işlemeli parçayla boyundan aşağı sarkıtılıyor. Evlendikten sonra takılan tuğra bir daha asla çıkarılmazmış. Tuğranın üzerineyse rengarenk kumaşlardan yazma ya da kollu sarılıyor. Kollunun üzerine boncukların altına takılan 15 Osmanlı altını kıyafeti tamamlıyor.
Osmanlı altınlarını sadece yeni gelinler takıyormuş. Bu altınları eskiden gelinler çocuğu olduğu zaman çıkarırmış, ama artık çocuğu olsun olmasın tüm evli kadınların tuğralarında bu altınlar varmış.
Çomakdağı kadınlarının güzel yüzlerini, renkli gözlerini tamamlayan en önemli detaysa kafalarına taktıkları fesleğen, reyhan gibi otlar ve kokulu çiçekler.
Peki ya bu çiçekler, fesleğenler, kokulu otlar neden takılır, diye sorduğumda “bunları biz yaşlılar daha çok takarız, mis gibi kokalım” diye cevaplıyor yaşlı teyzelerden birisi.
Teyzelerle biraz daha sohbet ettikten sonra köy meydanında, ağaçların altında, gölgelik ve serin olan köy kahvesine geçiyoruz. Köyün yaşlıları kahvede oturmuş çay içip, sohbet ediyorlar. Bizi gören herkes önce bir selam verip, çay, kahve ne içersiniz, diye soruyor. Ardından başlıyorlar anlatmaya…
Dillere destan Çomakdağ Düğünleri…
Çomakdağ’da düğünlere misafir, eş-dost daveti için “okuntu” adı verilen hediyeler gönderiliyor. Davet edilecek kişilerin düğün sahiplerine yakınlık derecelerine göre havlu, gömlek, ayakkabı, mendil, şapka gibi hediyeler dağıtılıyor.
Düğünler damadın evinin yüksek bir yerine bayrak dikilmesiyle başlarmış. Ardından gelecek misafirler için pişirilecek keşkek yemeğinin buğdayı köyün ortasında bulunan dibek taşında dövülüp, yemek hazırlıklarına girişilirmiş. İlk günün akşamı bu hazırlıklarının yanı sıra kız evine altın ve hediye takıları götürülüp, takılırmış.
İkinci gün gelinin evinde kına gecesi; damadın evinde ise “ oğlan dolandırması” denilen eğlenceler düzenlenirmiş. Kına gecesi sırasında gelinin başında “gelin şekeri” denilen şeker kırılıp, misafirlere dağıtılırmış.
Düğünün üçüncü günü bayrakla birlikte kız evine gelin almaya gidilirmiş. Gelin at üzerinde köyde dolaştırıldıktan sonra davul, zurna eşliğinde erkek evine getirilirmiş. Gelin erkek evine girerken evliliklerinin bolluk ve bereketli olması dileğiyle başından aşağıya bozuk para ve buğday atılırmış.
Dördüncü gün, erkek tarafı gelinin akrabalarına hediyeler götürür; “duvak eğlencesi” denilen
yemekli, çalgılı eğlenceye devam edilirmiş. Oğlan evinde davullu, zurnalı zeybek oyunları; kız evindeyse ud, keman, cümbüş çalınıp oynanılırmış.
Çomakdağ’da bulunduğumuzda katıldığımız düğün iki gün sürdü. Sebebini sorduğumda” gelin dışlak olduğundan onu kendi memleketinden almaya gittik, o yüzden iki gün orda iki gün de burada yapıyoruz düğünü” dediler.
Köye ilk girdiğimizde genelde çok renkli kıyafetler yoktu kadınların üzerinde, oysa akşam olup da düğün başlayınca gördüklerim karşısında dilim tutuldu adeta: Burası bir karnaval alanına dönmüştü, rengarenk giysiler içinde, başlarında nefis kokulu çiçekleriyle Çomakdağ kadınları gerçekten de görülmeye değerdi! Düğünün ilerleyen saatlerinde benim heyecanımdan etkilenmiş, sorularımdan da bunalmış olacaklar ki Huriye Teyze “geliver de sana da bi kıyafet giydireyim” dedi. Kendisine ait üçbeş entariyi, ipek topdonu giyinip, tuğra ve altınları takınca ben de bir Çomakdağ gelini oluvermiştim. En güzeli ise evinin bahçesinden çıkarken kafama taktığı nefis kokulu yıldız çiçeği ve fesleğenlerdi.
İlk gün akşam erkekler zeybek oyunları oynadılar, kadınlarsa kendi aralarında yan taraftaki bahçede oyun oynadı. Ancak erkek- kadın ayrımı yoktu. İsteyen dilediği yerde oturabiliyor, oyunları izleyebiliyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde erkeklerin zeybek oynadığı alana dansözler geldi, eğlence sabaha kadar devam etti. Düğün yerinden ayrılırken “yarın gün batmadan akşama doğru gelin hamamına geliveresin gari” diye sıkı sıkı tembihlediler beni. Ertesi gün davet edilip de katıldığım gelin hamamı tam bir sürpriz oldu benim için…
Havlusuz, susuz, hamamsız, terliksiz: buyurun gelin hamamına!
Ertesi gün gelin hamamından önce köy meydanındaki kahvede vakit geçirdik epeyce… Ortalıkta kimseler yoktu. Köy kahvesini işleten köylü kadına sorduk (evet kahveyi bir kadın işletiyordu) nerde köylülerin çoğu diye? Uyur onlar daha, akşama güreş tutulacak, sabaha kadar izleyebilmek için, diye cevap verdi gülen gözleriyle.
Saat altıya doğru müzik sesleri gelmeye başladı. Kahvenin önünden yine yöresel kıyafetlerini giymiş, dün akşamdan daha da renkli kadınlar, çocuklar geçmeye başladı. “ee sen gelivemiyoon mu hadi” diye seslendi içlerinden biri, takılıp gittim peşlerinden oğlan evine.
Ben hamam diye diğer yörelerden bildiğim havlulu, hamamlı, sulu, taslı bir eğlence beklerken gördüm ki Çomakdağ’da gelin hamamı demek, gelin kız, çalgıcılar ve köyün kadınlarının hep beraber köy içinde oyunlar oynayarak dolaşmalarıymış.
Keşkeksiz Düğün Olmaz!
Çomakdağ’da düğün yemeklerini pişirmesi için aşçı tutuluyor. Evin hayat denen bahçesinde bakır kazanlarda, odun ateşinde ağır ağır pişirilerek hazırlanan yemekler, tabaklara konulup bakır tepsilerle düğüne gelen misafirlere ikram ediliyor. Düğün süresince herkes pişen bu yemeklerle karnını doyuruyor. Aşçıya köyün kadınları yardım ediyorlar. Düğün sofralarının başyemeği keşkek. Buğday dövüldükten sonra tavukla beraber haşlanıyor. Tavuk lif lif olunca iyice eziliyor ve tuz ilave ediliyor.
Tabaklara konulurken üzerine tereyağı ve kırmızıbiber gezdiriliyor. Ayrıca düğün sahibinin maddi imkanlarına göre et kavurma, kuru fasulye, etli nohut, etli taze fasulye, tatar, etli patates, zeytinyağlı yaprak sarma, salata ikram ediliyor. Tatlı olarak helva ya da mevsim meyveleri yeniliyor. İçki olarak genelde erkekler rakı içiyorlar.
Çıktılar meydana…
Düğünün ikinci günü akşam olduğunda köy meydanındaki kalabalık görülmeye değerdi. Yediden yetmişe herkes düğün güreşini izlemeye gelmişti. Güreş alanının çevresine dönerciler, dondurmacı, şekerci tezgâh kurmuştu. Düğün güreşine pek çok pehlivan katılacaktı. Düğün sahibinin maddi imkânlarına göre kaç pehlivanın katılacağı önceden belli oluyormuş. Önce küçükler başladı güreşmeye, daha sonra sırasıyla gençler, büyükler. İki gündür öyle yorulmuştum ki güreşlerin sonunu izleyemedim ne yazık ki…
Türkiye’nin kültürü yaşatılması gereken beş köyü arasına seçilen ve ÇEKÜL Vakfı tarafından köy koruma projesi kapsamına alınan Çomakdağ… Okuma yazma oranı yüzde 98 olan, geleneklerini koruyarak günümüze kadar ulaştırabilmiş görülmeye değer Çomakdağ…
Bodrum taraflarına yolunuz düşerse öyle hızlıca geçip gitmeyin, görmezden gelmeyin Milas tabelasını, önce bir çay için Milas’ın kahvelerinden birinde. Sonra varın gidin Beşparmak Dağları’nın gölgesindeki Çomakdağ Kızılağaç’a!