Işığın ve medeniyetin merkezi Roma’da bir gün
Bir zamanlar ışık ve medeniyetle özdeşleşen Roma, bugün hala ışığını oluşturan tüm renkleri, en güzel tonlarıyla yansıtmaya devam ediyor.
Yazı: Yrd. Doç. Dr. İbrahim Alper Arısoy
Fotoğraflar: R. Yücel Öner - Yrd. Doç. Dr. İbrahim Alper Arısoy
“Roma bir günde kurulmadı” derler, peki bu şehir bir günde gezilebilir mi? Elbette yalnızca bir ülkeye değil, bir medeniyete başkentlik yapan, hatta bir zamanlar “dünyanın başkenti” (caput mundi) olarak anılan bu şehri adamakıllı tanımaya bir gün şöyle dursun, belki ömür yetmez. Fakat bir ufuk turu birkaç güne hatta bir güne pekâlâ sığabilir; tabii en kısa zamanda daha ayrıntılı geziler, günlerce sürecek müze ziyaretleri için dönmek üzere.
İtalya’ya az çok aşina bir yabancı için Roma her şeyden önce İtalyan Yarımadası’nın tipik bir şehri görünümündedir. Bu durum en çok mimaride kendini gösterir; pek çok İtalyan şehrine kimliğini kazandıran turuncu, toprak rengi, gülkurusuna çalan kırmızı gibi sıcak tonların hâkim olduğu neoklasik ve barok çizgilerle hareketlenen binalar, dilimize “piyasa” sözcüğüyle uzanan geniş meydanlar (“piazza”lar) ve çoğu aynı mimarın elinden çıkmış gibi duran barok kiliseler dikkat çeker.
Üç bin yıla üç eser türü
Üç bin yıl öncesine uzanan tarihine karşın Roma’da göreceğiniz eserler temelde üç kategoriye ayrılacaktır: İtalyan ulusal birliğinin kuruluş sürecinden itibaren inşa edilen ve eski devirlerin ihtişamını yeniden canlandırmayı amaçlayan 19’uncu yüzyıl yapıları; Rönesans’tan itibaren ve özellikle de Karşı Reform döneminde papalar tarafından yürütülen imar sürecinin mirası olan eserler ve imparatorluk dönemi Roma’sından kalanlar. Bunların bir kısmı tamamen ören yeri durumunda iken bir kısmı, özellikle tapınaktan kiliseye dönüşen yapılar eklektik bir görünüm sergiliyor. Fakat bunlar arasında bir grup yapı var ki, bizim gibi eski Roma dünyasına pek de yabancı olmayan ülkelerin sakinleri için gerçekten heyecan verici. Zamanın tüm yıpratıcı etkilerine karşın çatı, tonoz veya kubbeleriyle ayakta kalmayı başaran bu yapıları gördüğünüzde: “İşte bizim Efes’te, Bergama’da izini sürdüğümüz Roma kısmen de olsa ayakta” izlenimine kapılıyorsunuz. Şehrin eski ihtişamını yansıtan bu yapılar, bütün Akdeniz dünyasının başkenti olduğu dönemden kalan “Roma ışıktır” (Roma lux est) sözünün nedenini de aydınlatmış oluyor.
Bu sözünü ettiğimiz izlenim şehre vardığınız ilk dakikalardan itibaren başlıyor. Ülkemizin hemen her tarafında gördüğümüz Roma hamamlarının bir imparatorluk başkentine yaraşır ölçekteki örneğini Diokletianus hamamlarında görüyoruz. Yapımı M.S. 4’üncü yüzyıl başına tarihlenen bu devasa kompleksin günümüze ulaşmasındaki en önemli etken bir kısmının 16’ncı yüzyıl ortalarından itibaren kilise olarak yeniden imarı. Şehrin bu dönemdeki imar seferberliğinin parçası olan proje Michelangelo’ya ait. Dış görüntü bakımından hamamdan pek de ayırt edilemeyen kilise, Roma’daki diğer pek çok kilise gibi Meryem Ana’ya adanmış. “Santa Maria” olarak adlandırılan bu kiliseleri birbirinden ayırmak için isimlerin sonuna kiliseyi diğerlerinden farklılaştıran özelliklerine ilişkin ifadeler ekleniyor. Burası da “Santa Maria degli Angeli e dei Martiri”, yani “meleklerin ve şehitlerin Azize Meryem”i. Dışarıdan pek belli etmese de barok üslubundaki iç mimarisi oldukça gösterişli.
“Forum”lardan “piazza”lara
Hamamları sağınıza alıp yürümeye devam ettiğinizde şehrin kalbi konumundaki Cumhuriyet Meydanı’nda bulacaksınız kendinizi (Piazza della Repubblica). Meydanı yarım daire şeklinde çevreleyen binaların tam ortasından dümdüz devam eden Via Nazionale, yani “ulusal cadde” veya “millet caddesi” şehrin kalbine giden en kestirme yol. Buradan sonra ilk durak Traianus Forumu (Foro di Traiano). Foruma açılan Magnanapoli sokağından inen merdivenlere oturup hem biraz dinlenebilir hem de meşhur Traianus sütununu inceleyebilirsiniz. Bu noktadan caddeyi arkanıza aldığınızda karşıda yüksekçe bir yerde, Roma’nın yönetim merkezi konumundaki Capitolinus tepesinde konuşlanmış olan yapı grubuyla karşılaşacaksınız. Latince bu isim İtalyanca Capitolino’ya Roma İtalyancasında ise Campidoglio’ya dönüşmüş. Ne var ki sırtını bu tepeye yaslamış olan “Vatan Sunağı” ve “Meçhul Asker Anıtı”, büyük kısmı Rönesans dönemine tarihlenen barok cephe düzenlemelerinin en güzel örneklerini yansıtan müzelerden daha çok dikkati çeker. Birleşik İtalya’nın ilk kralı Vittorio Emanuele II adına yapılmış olan anıta dikkatli bakınca neoklasik üsluptaki bu eserin Bergama Zeus Sunağı’na öykündüğünü fark edeceksiniz.
Venedik Sarayı İtalyan kimliğini haykırıyor
Diğer taraftan bu anıtın merdivenlerine çıkıp yönünüzü meydana dönmeniz halinde göreceğiniz manzara çok daha sıcak ve otantiktir. Bulunduğunuz alan Venedik Meydanı (Piazza Venezia) olup adını hemen solunuza düşen turuncuya çalan toprak rengi duvarları, mermer söveli pencereleri ve köşesinde kulesiyle İtalyan kimliğini haykıran Venedik Sarayı’ndan (Palazzo Venezia) alır. Kökenleri Ortaçağ’a kadar uzanan ve mevcut biçimini Rönesans döneminde kazanmış olan bu yapı, yüzyıllarca Venedik Cumhuriyeti’nin elçiliği olarak kullanılmış, günümüzde ise erken Hristiyanlık döneminden Rönesans’a uzanan dönemi kapsayan bir sanat tarihi müzesidir.
Buradan sağa, Traianus sütununa doğru baktığınızda barok çizgilerle bezeli fenerli kubbeleriyle iki kilise dikkatinizi çekecek. Her ikisi de Meryem Ana adına yapılmış olan bu kiliselerden ilki, benzer mimari çizgilere sahip diğer pek çok yapı gibi 16’ncı yüzyıl Roma’sının mirası. Diğeri de hemen hemen aynı üslup ve modele göre 18’inci yüzyılda yapılmış.
Venedik Sarayı’nın arkasına doğru birkaç cadde ötede Pantheon yer alıyor. Roma’nın hemen hiç değişmeden günümüze ulaşan bu en görkemli yapısının iç mekânı, kubbede fener görevi gören “oculus”dan (göz) süzülen ışıkla sanki sürekli hareket halinde gibidir, buradaki ışık oyunları ve mermerlerin durgun, dingin renkleri çekilen alelade fotoğrafları bile birer sanat eserine dönüştürür.
Vatan Sunağı’nın tam arkasına düşen tarafa geçerek veya yine Traianus Forumu’na dönüp tepeyi aşağıdan dolanarak büyük foruma ulaşabilirsiniz. Bu devasa forum alanı, harabe haliyle dahi hala eski Romanın tüm ihtişamını yansıtıyor. Öyle ki, Rönesans yapıları şehrin bu kesimini ne denli güzelleştirse de, bir zamanlar ışığın ve medeniyetin kendisiyle özdeşleşmiş olan İmparatorluk dönemi Roma’sını asla gölgelemiyor.
Bu forum orijinal Latince tabiriyle Forum Romanum, İtalyancada ise Foro Romano adıyla geçiyor. Buradaki ilk durağımız Septimius Severus Takı. İmparatorun İran tarafındaki Partlara karşı M.S. 2’nci yüzyılın son yıllarında kazandığı zaferlerin anısına inşa edilen bu anıt, Roma zafer takı mimarisinin klasik örneklerinden biri. Takın hemen yanındaki masif tuğla yapı Curia Julia. Buradaki anlamıyla “curia” senato binası demek. “Julia” veya “Iulia” ise binayı yaptıran Julius Caesar’dan geliyor. İnşası M.S. 1’inci yüzyılın başında Augustus döneminde tamamlanan bina, Pantheon ile birlikte eski Roma’dan hemen hiç değişmeden kalmış eserlerin başında gelir. Bu durum, diğer örneklerde olduğu gibi binanın yüzyıllar boyunca kilise olarak kullanılmasından kaynaklanır. Gerçi orijinal mimarinin yüzyıllarca olduğu gibi korunması her bina için söz konusu değildir. Biraz ilerideki Antoninus Tapınağından kiliseye dönüşmüş olan San Lorenzo in Miranda bu durumun tipik bir öreğidir.
İleride solda yine dairesel planla inşa edilmiş olup Rönesans döneminde eklenmiş fener kısmıyla dikkati çeken, M.S. 4’üncü yüzyılın başına tarihlenen Romulus Tapınağı’nı göreceğiz. 6’ncı yüzyılda Kozma ve Damian adlı azizlere ithafen kiliseye dönüştürülen yapıya arkada yer alan kütüphane binası da dahil edilmiş. Barış Kütüphanesi (Biblioteca Pacis) olarak adlandırılan bu kısmın özelliği 2’nci yüzyılda yaşamış olan Bergamalı meşhur hekim Galenus’un burada ders vermiş olması.
Yedi tepeli şehir
Bu tapınağı solumuza alıp aşağı doğru devam ederken sağımızda yükselen kesim yedi tepeli olduğu kabul edilen Roma’nın en merkezi konumdaki Palatino Tepesi’dir. Bu tepenin selvi ve çamlarının koyu yeşili ile gökyüzünün pembe ve kavuniçine çalan tonları arasındaki uyumu görmek için bile buraya gelmeye değer. Bu arada solda Maxentius Bazilikası olarak da anılan devasa yapının ayakta kalan kısımlarını göreceğiz. Bu bina, inşa edildiği 4’üncü yüzyıl başında Roma mimarisinin ulaştığı noktayı yansıtması ve döneminin yapı teknikleri hakkında fikir vermesi bakımından son derece öğretici.
Sol tarafımıza bazilikayı alıp devam ettiğimizde ise bu kez Venüs Tapınağı ile sırt sırta verip iç içe geçmiş olan Santa Francesca Kilisesi ile karşılaşırız. 16’ncı yüzyıl mimarisinin karakteristiklerini yansıtan tipik barok cephe mermer ise de binanın ve bağlı bulunduğu kompleksin hemen tamamı tuğladan inşa edilmiştir. Tam bu noktada yolumuza bir başka zafer takı çıkacak. Birinci yüzyılın sonlarında yapılan ve “Titus Takı” olarak anılan anıt, M.S. 79-81 yılları arasında İmparator olan Titus’un savaşlarını, bilhassa da 70 yılındaki Kudüs kuşatmasını konu alan kabartmalarıyla ünlüdür.
Roma medeniyetinin en muhteşem eseri Colosseum
Biraz daha aşağı yürüdüğümüzde meşhur Colosseum tüm heybetiyle birden ufkumuzu kaplayacaktır. Rönesans döneminde bir taş ocağı gibi kullanılıp büyük ölçüde tahrip edilmesine rağmen hala devasa ölçülere sahip bu yapı, Roma medeniyetinin en büyük, mimari ve mühendisliğinin ise en muhteşem eseri. Zaten bugün kullanılan adı Latince “devasa nesne” anlamına geliyor. Bir başka özeliği de eliptik planıyla gerçek anlamda bir amfiteatr olması. Bu noktada Michelangelo’nun meşhur Musa heykelinin de iki sokak ötedeki San Pietro in Vincoli Kilisesi’nde bulunduğunu hatırlatalım.
Forum’dan Tiber kıyısına doğru devam ediyoruz. Irmağın bu yakasında kaçırılmaması gereken iki eser daha var. Bunlardan ilki, yine dairesel planıyla dikkati çeken Herkül Tapınağı, diğeri İyon üslubunun son derece zarif bir örneğini temsil eden Portunus Tapınağı. Mevcut şeklini M.S. 1’inci yüzyılda aldığı düşünülen Portunus Tapınağı’nın adı, bu bölgenin şehrin başlıca girişi olduğuna işaret ediyor. Zira Portunus, Roma mitolojisinde kapıların, limanların ve depoların korunmasına ilişkin bir kült.
Yeşillikler arasında sessiz sakin bekleyen bu iki yapının arasından devam ederek Tiber üzerindeki köprünün üzerinden ırmağın karşı yakasına geçebiliriz. Buradan sonraki hedefimiz Tiber’in bu yakasında yer alan Vatikan. Sabah, öğle öncesi veya ikindi üzerlerinde Tiber boyunda ister sağ ister sol kıyıda yapılacak bir yürüyüş başlı başına bir keyif olabilir. Irmağın sağ kıyısında göreceğiniz kırmızı tuğladan yapılmış devasa dairesel yapı ise bu tatlı yürüyüşün sona erdiğinin habercisidir. İmparator Hadrianus’un kendisi ve ailesi için yaptırdığı anıt mezar olan bu yapı, ilerleyen yüzyıllarda papalar tarafından kale olarak kullanıldığından günümüzdeki adı Castel Sant’Angelo, yani Sant’Angelo Kalesi’dir.
Vatikan’ın kabul salonu
Castel Sant’Angelo’yu sağınıza alıp nehirden içeri sola doğru yürümeye başladıktan kısa bir süre sonra kendinizi İtalyanların San Pietro dedikleri Aziz Petrus Bazilikası’nın önündeki devasa meydanda bulacaksınız. Aslında burası için en uygun tabir meydandan çok “Vatikan’ın kabul salonu” olur. Buraya girişinizle birlikte farkında olmadan sınır geçerek Vatikan topraklarına girmiş olacaksınız. Az önceki köprüde yer alan heykellerin de heykeltraşı olan Gian Lorenzo Bernini tarafından 17’nci yüzyılda düzenlenmiş olan bu meydanın sonunda, bütün heybetiyle yükselen Aziz Petrus Kilisesi, haliyle bu dönem sanatının şahikası. Fakat bu kesimde birinci öncelikli olarak görülmesi gereken yer, ilk bakışta pek dikkati çekmeyen Sistina Kilisesi.
Köprüyü geçtikten sonra devam edeceğimiz yolun küçükçe bir meydanla ayrıldığı noktada meydanın hemen arkasında yer alan asıl büyük meydan yani Piazza Navona, bu parkur için ideal bir son durak olacaktır. İtalyan baroğunun enfes örneklerini kendinden geçercesine sergileyen bu meydan, bir bakıma modern Roma’nın forumudur. Akşamüstü gezintileri için uygun bir başlangıç noktası teşkil eden bu meydandan birkaç sokak ötedeki meşhur Trevi Çeşmesi’ne, yine şehrin klasik “olmazsa olmaz”larından İspanyol Merdivenleri’ne uzanılabilir.