PAGOS’UN ETEKLERİ: Anılar, yaşanmışlıklar
Dönertaş, Tilkilik, Altınpark… Eskiden kentin merkezi sayılan Basmane’nin bu mahalleleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet sonrası yeniden yapılanan İzmir’in Alsancak ve Karataş’la birlikte en güzide yerleriydi. Bugünse o, bakımlı, medeni, kültürlü şen insanların yerini kendi yerel giysileri içinde gülmeyen ve kuşku ile bakan insanlar almış…
Yazı ve Fotoğraflar: MEHMET CENGİZ TÜMER
“…Evimiz, o zamanlar İzmir’in en güzide semtlerinden olan Namazgâh’taydı. Mezarlıkbaşı’ndan biraz yukarıya çıkıp İkiçeşmelik’e gelmeden, birbirine paralel ve çok dar olan iki sokaktan birisine girince sokağın sonunda genişçe bir meydana varırdınız. Sol yanınızda insan boyu beton parmaklıklarla çevrilmiş alanda Romalılar döneminden kalma antik kent Agora kalıntıları bulunurdu. Sağ yanınızda ise bakımlı küçük bir park vardı. Bu parka paralel giden sokaktan tepelere doğru dar ve dik yokuşlar tırmanırdı. Yokuşların her iki yanında eski Türk ve Rum mimarisinin en güzel örnekleri olan evler sıralanırdı. Bu yokuşlar evlerin arasında döne dolaşa tırmanır bir yerden sonra da yokuşun yerini düzensiz merdivenler alırdı. Sonunda Mumcu ve Topaltına, oradan da Ballıkuyu ve Kadifekale’ye ulaşırlardı. Bu sokaklardan araba falan geçemezdi, çöpleri bile iki yanlarında kocaman küfeleri olan eşek katarları toplardı.
Eğer parktan bu sokaklara girmez yola devam ederseniz sağ tarafta Namazgah Hamamı önünüze çıkar. O yıllara özgü bir yaşam kültürüydü hamamlar. Hamamı geçince yol sola kol verir. Bu yolu kullanırsanız önce Misak-ı Milli İlkokulu’na, daha sonra bahçesinde güvercinlerin oynaştığı Hatuniye Camisi’ne gelirsiniz. Caminin karşı köşesindeki Dönertaş’a, oradan devamla Tilkilik ve Altınpark’a ulaşırsınız. Artık, o zamanlar için İzmir’in merkezi sayılan Basmane’ye geldiniz demektir. Bu saydığım mahalleler Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet sonrası yeniden yapılanan İzmir’in Alsancak ve Karataş’la birlikte en güzide yerleriydi. İzmir’in en tanınmış tüccarları, esnafları ve hatırlı aileleri buralarda otururdu.
NamazgAh Hamamı’ndan sola dönmez düz devam ederseniz pazaryerine ulaşırsınız. Bu Pazaryerine bayramlarda dönme dolaplar, salıncaklar, sallanan kayıklar ve atlıkarıncalar kurulurdu. Hepsi tahtadan yapılmıştı ve insan gücüyle çalışırdı. Pazaryerinin biraz ilerisinde ilkokula adım attığım Kemal Atatürk İlkokulu vardır. Okulun hemen yanından İzmir’in ünlü Patlıcan Yokuşu tırmanır yukarılara. Oldukça dik bir yokuştur ve yokuşun sonundan sağa doğru uzanan dar ve eğri büğrü yollar ve merdivenlerden bizim eve de ulaşabilirdik. Evimiz 820 sokağın yokuşun bitip merdivenlerin başladığı noktadaydı.
* * *
Biz de yağmurlu bir İzmir gecesinin ardından güneşin parladığı pırıl pırıl bir İzmir sabahında Agora’ya çıkan sokağın başında Sevgili Oğuz’la buluştuk. Önce Agora’ya geldik. Çocukluğumdan bu yana kazılar ilerlemiş, daha çok eser gün ışığına çıkarılmış, çevresindeki kalın beton parmaklıklar yıkılmış ve ziyarete açılmıştı. Karşısındaki park eskisi kadar bakımlı değildi. Parkın köşesindeki kömürcü kırk yıl sonra hala kömürcüydü. Kurban bayramlarında bu kömürcünün köşesinde yerleşmiş tütsücü bir yandan ayağı ile ateşi körükler diğer yandan yüzülmüş, boynuzları kırılmış kelleleri sırayla tütsülerken çıkan koku havayı doldururdu. Anılardan sıyrılıp yola devam ettik. Namazgah Hamamı halen yerindeydi ama Misak-ı Milli, okulu yıkılmıştı. Çocukluğumda bana oldukça geniş gelen, çınar ağaçlarının gölgelediği yoldan ilerledik. Karşımıza küçük bir parkın içinde Hatuniye Camii çıktı. Bahçesinde yine güvercinler oynaşıyordu. Parkın etrafı cıvıl cıvıldı.
Oğuz’la çay bahçesine oturup hem sabah çayımızı içtik hem de soluklandık. Dönertaş Sebili köşeden bize bakıyordu. Sebilin köşesinde yer alan mermer sütun hareketliydi ve kolayca döndürülebiliyordu. İsmi de buradan geliyordu. Bir rivayete göre ne zaman bu döner taş dönmezse deprem olacak demekti.
Çay molasından sonra Tilkilik tarafına değil Oteller Sokağı’na yöneliyoruz. Şehirlerarası otobüs garajının Basmane’de olduğu yıllarda, Tren Garının da burada olmasından kaynaklanan bir yoğunluk vardı Basmane’de. İzmir’in en canlı merkeziydi. Her zaman cıvıl cıvıldı. Oteller Sokağı da canlıydı. Daha sonra garaj buradan taşınınca bu oteller önemini yitirdi. Bir süre işsiz güçsüzlerin yatağı oldu. Şimdilerde ise geçtiğimiz yıllarda Belediyenin gerçekleştirdiği projeyle restore edilip tekrar butik oteller tarzında İzmir’e kazandırıldı.
Oteller Sokağı’ndan Altınpark’a çıkıyoruz. Tarihi Basmane Karakolu’nun bulunduğu çınar ağaçları ile gölgelenen günün her saati canlı bir yer Altınpark. İzmir’in güzide kulüplerinden Altınordu’nun da kurulduğu yer.
1965 yıllarında tüm Altınpark, Tilkilik, Agora, Namazgah meydanlardan Mumcu’ya kadar tüm ara sokaklar lacivert - kırmızı bayraklarla donatılmıştı. Semtimizin takımı Altınordu o yıl şampiyonluğa oynuyordu. Kırmızı - lacivert bayraklar yine dalgalanıyordu.
Öğle vakti yaklaşmıştı. Oğuzla birlikte Urfalı Bedir’e oturup bir şeyler atıştırdık. Çayımızı da içtikten sonra Tilkilik’ ten Dönertaş’a çıkıp oradan geldiğimiz yoldan Namazgah’a geri döndük.
Bu kez 820 sokaktan dar ve yokuş ara sokaklara vurduk. Yol boyunca okuldan çıkmış öğrencilerin “Hello” diye seslenişleri arasında, evlerden uzanan meraklı bakışların altında fotoğraf çeke çeke artık iyice dökülecek hale gelmiş eski Türk ve Rum evleri arasında yürüdük. Yedi yaşına kadar yaşadığım ev, yılların getirdiği değişimlere rağmen ayaktaydı. Hemen karşısında teyzemlerin oturduğu ev, Leblebici Hanı’nda zücaciyecilik yapan Aksekililerin evi, Çakır Hatice teyzenin ve gelini Sarı Papatya’nın evi, Motorcuların evi, İdris amcaların evi, hepsi ayaktaydı. Şimdi başkalarının oturduğu bu evlerin içini adım adım biliyordum. Yıllar sonra bu sokakta olmak çok farklı bir duyguydu.
Mehmet Ali Bakkal artık yerinde yoktu. Onun hemen yanında, o zamanların ünlü cambazı Boncuk’un ekibiyle kumpanyasını kurduğu boş arsa da yoktu. Ve o günlerden aklımda kalan; tel üzerinde yürüyen, tek tekerlekli bisiklete binen, eğilince poposunda lamba yanan Boncuk ve uvertür kızın söylediği “senin en güzel yerin, kahverengi gözlerin…” şarkısıydı. Bir de sıralanmış tahta sandalyeler arasında dolanan gazozcular, Sunalko’cular ve çiğdem çekirdekçiler…
Bu dolambaçlı ve dar sokaklarda bir an yönümüzü kaybettik. Bize eşlik eden çocuğa Mumcu Kahvesi’ne nereden çıkabileceğimizi sorduk. Mumcu’ya vardığımızda Mumcu Kahvesi biraz yıpranmış ve örselenmişti ama aynı sarı boyası ve Körfez manzarası ile karşımızda duruyordu. Hemen yanında uzanan Yangın Yokuşu’nu aşağıya doğru devam ederseniz İkiçeşmelik Camii yanından İkiçeşmelik Caddesine, yukarıya devam ederseniz Ballıkuyu, Kadifekale’ye giden caddeye çıkar. Biz yine ara sokaklara giriyoruz.
Boş arsalardan İzmir Körfezini kuşbaşı seyrediyoruz. Rengarenk badanalı tek katlı evler, küçük mahalle bakkalları bize eşlik ediyor.
Bir an karşımda onu görüyorum. Rüya gibi. Yıllar önce izlediğim Dinçer Sümer’in yazıp, yönetip oynadığı “ Maviydi Bisikletim” adlı oyundan fırlamış gibi… Dinçer Sümer de bu oyunda tam olarak bu semtte geçen çocukluğunu anlatır. Ve karşımda masmavi, cıvıl cıvıl bisikletiyle, biraz utangaç biraz nazlanarak poz veriyor. Ne güzel anlatıyordu Dinçer Sümer:
“Maviydi bisikletim. Alman malıydı. Hey yavrum hey, kuşlar gibi uçardı! Elden düşme değil, acenteden almıştık. Didonu elimde, Hisarönü’nden dönerken eve deliler gibi sevinçliydim.
– Aslan babam, dedim. Güzel babam sağ ol.
…Bir zil daha taktırmıştım bisikletime. Sonra iki ayna, iki de bayrak. Zillerden biri ince sesliydi, biri kalın. Aynalardan biri yolumun ardını görebilmek için, öteki kendimi. Bayraklardan bir Türk bayrağı, öteki siyah beyaz şanlı Altay. İte kaka bisikletimi Dönertaş yokuşunun taa üst başına çıkarır, sonra da üstüne atladığım gibi uçardım yokuş aşağı. Üüüüüf, savrulur saçlarım rüzgarla, kısa kollu naylon gömleğimin sırtı pır pır kabarır, kendimi göklerde sanırdım. Sonra yeniden yokuşu tırmanır kan ter içinde yeniden salardım kendimi Tilkilik’e doğru…”
Mavi Bisikletli çocuğu okşayıp yola devam ediyoruz. Artık yolun sonuna gelmiştik. Koruluktan çıkıp Cici Park’taki Antik Roma yolunda bitiriyoruz gezimizi.
Oğuz’u bilemeyeceğim ama kırk yıl sonra çocukluğumun geçtiği yerlerde dolaşmak, anıları ve yaşanmışlıkları hatırlamak iyi gelmişti. Her şey biraz yıpranmış ve örselenmiş olsa da yerli yerindeydi. Ama artık oralar İzmir değildi. Göçlerle gelenler buralara yerleşip, İzmirlilik kültürü ile kaynaşıp kültür zenginliği yaratacakları yerde azınlık psikolojisiyle olsa gerek daha içine kapalı gettolar yarattılar. O, bakımlı, medeni, kültürlü şen insanların yerini kendi yerel örtüleri, çarşafları içinde gülmeyen ve kuşku ile bakan insanlar almış. O güzel İzmir Türkçesinin yerinde ise Arapça ve Kürtçenin genizden gelen hırıltılı şivesi tınlıyor sokaklarda.