Antik Smyrna’da Bir Gün
“Sönmüş yanardağlar kaleler eteğinde
Yüzyıllardır uyuyan şu bizim İzmir
O âşık kadınları, levent erkekleri nerede
Sahiden yaşayıp göçtüler mi kim bilir?”
( Necati CUMALI )
Yazan:Şadan Gökovalı
“Sır şimdi gözyaşları saadet dilekleri
Bize gelen yüzyılların hikâyesi sır
Eski İzmir diye ne varsa şunun bunun bildiği
Yaşlıların kırık dökük anlattıklarıdır”
( Necati CUMALI )
Bir grup İzmirli, Smyrna’yı geziyoruz. Bayraklı’dan yükselen trafik gürültüsünü saymazsak, çıt yok! Gruptakilerden kimisi fotoğraf çekerken, bazıları birbirleriyle fısıldaşıyor. Birden, Necmi Çalışkan’ın sesi duyuluyor:
- Arkadaşlar, cenaze alayında mıyız? Aramızda Şadan Gökovalı var; o anlatsın gezdiğimiz yeri.
Herkesin işmarla onaylaması üzerine, yüksecek bir yere çıkıp, “Rehber Kokartı”mı boynuma takarken:
- Ben anlatmam, diye uvertür yapıyorum, “ama isterseniz, 2 bin 700 yıl önceki Smyrna’da bir gün yaşayabiliriz birlikte!”
Kafileden sözlü ve gözlü onay alır almaz, yanımda bomba patlamış gibi haykırıyorum:
- Geliyooor, Lydia ordusu geliyor; erler savaşa, kadınlarla çocuklar tapınağa!..
Beklediğim etki yaratılmıştır! Kuş uçuşu 10 km kadar doğudaki Belkahve’yi göstererek:
- Oradan başlayan bu çığlık, adamdan adama aktarılarak buraya, eskilerin “Hacı Muço” dediği Tepekule’ye ulaşıyor.
Elde mızrak, alesta bekleyen erkekler, güneşin doğduğu yöne atılırken kadınlar, yaşlılar ve çocuklar alelacele Athena Tapınağı’na sokuluyor, tapınağın ana kapısına içeriden, rampa şeklinde payanda örülüyor. Tüm Smyrna, eller yürekte bekliyor. Beklemenin ne yararı var? Muazzam Alyattes Ordusu, İzmir’i çiğneyip, tapınağa sığınmış masum insanları kılıçtan geçiriyor.
“Denizin Kıyısındaki Güneş Bahçesi”, “Akdeniz Güzeli”, “Zeytin Gözlü”, “Kentler Kraliçesi” Smyrna’ya ne ilk saldırıydı bu, ne de son saldırı olacaktı. Boşuna mı demişler; “Güzelin bahtı çirkin olur, Allah çirkin bahtı versin” diye?..
Felaket, şehir surlarını dolaştı; Homeros, liri eşliğinde ezgiler mırıldanmayı bıraktı, Tantalos kabrinde kıpırdadı, Nympheion’un (anıtsal çeşme) suyu kesildi; İzmir’de zaman durmuş gibiydi.
Bütün komşu ülkelerin Smyrna’ya ne ilk saldırısıydı bu, ne de son!
Takvimler Milattan Önce 700 yılını gösteriyordu.
Akdeniz’in göz bebeği İzmir’deki Lydia işgali, MÖ VI. yy’ın ortalarına, Pers işgaline kadar sürdü.
Düşman çizmesi altında ezilmeyi özgürlük duygularına dokunca sayan eski hemşehrilerimiz, Smyrna’yı terk ederek, kuzeydeki Yamanlar ile güneydeki Çatalkaya yamaçlarında kurdukları küçük kalelerde yaşamayı seçtiler. Her iki düşman da, (Büyük) İskender’in gelmesiyle çekip gittiler gölgesiz.
Alyattes’ten Makedonyalı II. Philippos’un, Olympias’tan doğma oğlu Alexandros’a dek, 3.5 asırdan ziyade bir zaman, Smyrnalıların dillerinde, şehirlerinin büyük evladı Homeros’un dizeleri dolaşır oldu:
“Söyle Tanrıça,
Peleus oğlu Akhilleus’un öfkesini söyle.
Acı üstüne acıyı Akhalara o kahreden öfke getirdi.
Ulu canlarını Hades’e attı nice yiğitlerin,
Gövdelerini yem yaptı kurda kuşa.
Buyruğu yerine geliyordu Zeus’un,
İlk açıldığı günden beri araları
Erlerin başbuğu Atreus oğlu ile
Tanrısal Akhilleus’un.”
Sanki Troya savaşında değil, aynı şiddetteki İonia savaşındaydık. Troya’da Hektor’un, öleceğini bile bile Akhilleus’la dövüşe giderken eşi Andromakhe’den ayrılışı gibi; İzmir’in erkekleri karılarından ayrılırken, kanatlı dizeler mırıldanıyordu:
“Savaştan çekilirsem bir korkak gibi,
Troya erkeklerinden utanırım,
bakamam uzun giysili kadınların yüzüne.
Ün kazanmak için hem babama hem kendime,
Troyalılarla en önde dövüşmeyi öğrenmişim.
Kafama, yüreğime komuşum ben şunu:
Elbet bir gün yok olacak kutsal Troya,
Priamos ve onun iyi mızrak kullanan halkı.”
Homeros “Melesigenes” idi; yani Meles çayının çocuğu idi. Babası, İzmir’de büyük bir müzik okulunun yöneticisi Phemion, anası Meles ırmağının perisi Kriteis. Yüreği Anadolu için çarpıyordu Homeros’un. Anadolu’nun, İonia’nın, Smyrna’nın acısını ondan iyi kim duyumsar, kim anlatabilirdi. Yıkıldı gitti güzel ece Smyrna. Ama durun; İzmirli “bitti” demeden bitmez bu öykü!
Pers (İran) istilâsından 210 yıl sonraya, Dünya imparatorluğu kuran, “Büyük” olmaya giden İskender’e kadar sürdü düşman işgali.
İskender’in rüyası
Makedonya Kralı II. Philippos’un karısı Olympias, bir gece düşünde karnından alevler çıktığını, alevlerin dünyayı sardığını görmüştü. Bu gebelikten, MÖ 22 Temmuz 356’da doğan çocuğa “Ulusların Çobanı” anlamına gelen “Alexandros” (İskender) adı verildi. O’nun nasıl biri olacağı, çocukluğundan belli olmuştu. Henüz 14 yaşındayken, kimsenin yanına yaklaşamadığı at Bukefalos’a (Boğa baş) rahatça binmişti. Oğlunun maharetini gören Philippos:
- Oğlum, demişti, “Tanrı’nın bu dünya için koyduğu sınırlar, senin imparatorluğun için çok dar…”
Philippos’un 47 yaşında bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine, İskender 20 yaşında kral oldu. Hemen, kuracağı imparatorluk için hazırlıklara başladı. MÖ 334’te, 22 yaşındayken sefere çıktı. İlk zaferi, Çanakkale Boğazı kıyısındaki Granikos’ta, muazzam Pers ordusuna karşı kazandı. Bundan sonra İskender, bazı kentleri savaşarak teslim aldı, bazı kentler ise savaşmaksızın genç İskender’e teslim oldu.
Smyrna da, İskender’e gönüllü olarak teslim olan şehirlerden biri oldu. Tepekule’deki Smyrna’yı ziyaret eden Philippos oğlu, bir gün, Pagos (Kadifekale) ormanlarında ava çıktı. Bir ara yorulup uykuya daldı. Düşünde, Çifte Nemesis’ler İskender’e görünerek, İzmir’i burada kurdurmasını söyledi. Klaros’taki Apollon Tapınağı bilicisinin yorumu şöyle oldu:
“Kutsal Meles yakınındaki Pagos’ta kurulacak kentte oturacaklar, eski kentte oturanlardan üç-dört kat daha fazla mutlu olacaklar.”
İskender, yorumun gereğini yerine getirdi. Zamanın İzmirlileri, İskender’in rüyasını, bastırdıkları sikkelerin üzerinde gösterdiler.
Smyrna’yı geziyoruz
Kadifekale’yi yerinde bırakıp, Tepekule’deki Smyrna’ya dönelim. Smyrna, tarih öncesi çağlardan beri insan yerleşmesine sahne olmuştu. Adının, Anadolu’nun savaşçı kadınları Amazonlardan birinin adından geldiği inancı yaygın. Bir söylencede, Smyrna adlı kız uygunsuz bir ilişkiden gebe kalır. Bu ayıptan kurtulmak için tanrılara, kendisini bir ağaca çevirmeleri için yalvar yakar olur. Mersin ağacına dönüştürülen kızımız, nur topu gibi bir oğlan doğurur. İşin kaynağına indiğimizde, “Smyrna”nın günümüzden 5 bin yıl önce, Anadolu’nun ortak dili Luwice’den geldiğini görüyoruz. Konunun uzmanı Prof. Dr. Bilge Umar’a göre bu isim, “Kutsal Yüce Tanrıça Ülkesi” anlamına geliyor…
İşte biz şimdi, böylesine kutsal bir kentte geziyoruz.
Görüyoruz ki; kent, yüzyıllar sonra “Akılcı kentçilik” denilecek bir plana göre kurulmuş. Buna göre caddeler doğu-batı, sokaklar güney-kuzey doğrultusunda uzanarak birbirlerini diklemesine kesiyor. Bu kesişmelerden doğan bloklara evler ve kamu yapıları inşa ediliyor.
Athena Tapınağı Caddesinde ilerlerken solumuza (kuzeye) bakıyoruz. Günümüze, temeller üzerine yaklaşık 1 metresi kalmış olan duvarlar gözümüze çarpıyor. Bu duvarların çevirdiği küçük mekânlar evler, büyük mekânlar ise yönetici ya da önemli kişilerin evleri olmalı. Gerçi yazıt kalmış değil ama biz bu evlerden birinin, “Dünya Şairlerinin Babası” Homeros’un kutsanmış evi olduğunu varsayalım.
Evler arasındaki sokakların birine özellikle dikkatinizi çekiyorum:
Öbür sokaklardan daha geniş; tümüyle düzgün kayrak taşlarla döşeli bir yol bu. Zamanın dünyasının her yerinde yollar, sokaklar yazın toz, kışın çamur içindeyken burası tertemiz, güpgüzel. Hah işte; eski dilde “dromos” yol, “kala” da güzel demek olduğuna göre; böyle sokaklara “Kala dromos”, yani “Güzel Yol” deniyor. Şimdi anladık mı dilimizdeki “Kaldırım” sözünün nereden geldiğini?..
Bakıyoruz; evlerin yatak odalarını, depo ve mutfaklarını rahatça seçebiliyoruz. Ya şu taştan oyulmuş, bir yanı ağız gibi bırakılmış teknelere ne diyorsunuz? Evet, tahmin ettiğiniz gibi bunlar, eski hemşehrilerimiz tarafından zeytin ve üzüm sıkmak için kullanılmış. Yıkıntılar arasında, evlere su ileten toprak künkler de görülüyor. Eski İzmir’de evler, güneş ışığından, imbattan hakça pay aldıkları gibi, her eve akar su ulaşıyormuş. Tarihte ilk kez…
Athena Tapınağı
Annesinin, ninesinin “Minerva” marka dikiş makinesi olduğunu anımsayanınız vardır. Bu arada, bazı insanların boyunlarına taktığı cihaza “Minerva” denildiğini bilirsiniz. İşte “Minerva”, Akdeniz’de Akıl, Hikmet ve Zekâ Tanrıçası Athena’nın Latince versiyonudur. Hazır olun; yürüdüğümüz caddeye adı verilen Athena’nın, dünyadaki en eski ve görkemli tapınağına ulaşıyoruz. Şimdi siz, bu ulu yapının kapısı önündeki merdivenlere oturun bakalım.
Ben bu Parthenon (Her dem bakire) Tanrıça ile hesaplaşayım:
- Eeey, Zeus’un başından pür silah fırlayan Kalkanlı Tanrıça! Seni biliriz! İda dağında Paris’in, güzellik yarışmasında Hera’yı ve seni değil, Aphrodite’i seçtiği için Paris’e kin besliyorsun. Bu yüzden Troya savaşında, Anadolu’ya karşı Akhaların safında yer aldın.
Bu yetmiyormuş gibi, Ege Güzeli Arakhne’yi nakışta seni yendiği için örümceğe çevirdin.
Anadolu halkı – belki de şerrinden çekindiğinden – Troya’dan Pirene’ye kadar tüm kıyı şehirlerine senin tapınağını inşa etti, heykelini dikti. Ama, en eski görkemli tapınağın burada, Smyrna’da dikildi. Biliyor musun ki; “Arkeoloji bilimini ayakta tutan dört sütundan biri” Ekrem Akurgal, işte bu tapınağında şu ex voto’yu (adak çubuğunu) buldu:
“Bu adağı Athena’ya Protarkhos oğlu Ointimos sundu”
Senin tapınağında ilk kez kullanılan “Mantar Başlıklı” Eol sütunların yerine yenilerini, Ekrem Hoca’nın ardılı Prof. Meral Akurgal dikti.
Şimdi dikkatle tapınağın duvarlarına çıkalım. Önce, bu görkemli yapının kapısının iç tarafına örülmüş payandayı görelim. Niçin inşa edilmişti bu payanda:
- Düşman saldırısından, tapınağın içine saklanan kadın ve çocukları korumak için!
Ne yazık ki; Alyattes ordusu, acımasızca katletti bu masum hemşehrilerimizi…
Höyük çevresini dolaşıyoruz
“Höyük” denilince, Muğlalı şair Arif Karakoç’un dörtlüğü düşer aklıma:
“Toprağın üstüne oturmuş toprak
Höyük demişler
İnsanın üstüne oturmuş insan
Büyük demişler.”
Gezi grubumda herkes bilse bile, yine söyleyeyim: Mezarların üstüne yığılan çakıl ve topraklardan oluşan yapay tepeciklere “Tümülüs”, türlü nedenlerle yıkılan yere birçok kez kurulmasından oluşan yığınlara “Höyük” denir. Bu nedenle, herhangi bir yerin adında “höyük”, “tepe”, “tepecik” gibi sözcükler geçiyorsa, orası Neolitik (Yeni Taş) çağda insan yerleşmesine sahne olmuş demektir.
Şimdi, kazı alanı yürüyüş yoluna dikilmiş merdiven ve korkulukları izleyerek Tepekule höyüğünü, doğusundan dolaşıyoruz. Hele şu mevsimde yağış dolayısıyla yerler ıslak; aman birbirimizin elini tutalım ve dikkatli yürüyelim. Merdivenden aşağı indiğimize göre, geri dönüp bakalım: İşte efendim, karşınızda tarihin en eski surları! Gördüğümüz gibi, duvarlar değişik dönemlerde birkaç kez yeniden yapılmış veya onarılmış. Bu durumu, Meral Akurgal başkanlığındaki kazı ekibinin gerçekleştirdiği sondajlardan açıkça anlıyoruz.
İnsan yiyen taşlar
- Tepekule’nin doğu eteğinde, kayrak taşlardan yapılmış sandukaları görüyorsunuz. Bunların arkeolojideki adı “Sarkofagos”, yani “İnsan Yiyen Taş!”. Ama, sizin çekinmenize gerek yok; çünkü önünüzde rehberiniz var! Şaka bir yana; Anadolu’ya gelen barbarlar, bu lahitlerin kapağını açıp içindeki iskeleti görünce;
- Bu taş, bu adamı yemiş, kemiklerini bırakmış, demişler…
Antik kentlerde, mezarlar şehrin dışında kurulur ve bunlara “Ölüler kenti” anlamında “Nekropolis” denilirdi.
Tabut biçimli taş sandukalar tarafından yenilmekten kurtulduğumuza göre, şimdi turumuzun son durağı olarak bir anıtsal çeşmenin başına geliyoruz.
Smyrna Çeşmesi
Gezgin, en iyi ya bir çınar gölgesinde dinlenir ya da bir pınar başında. Tepekule’de bunların yerini tutacak Smyrna Çeşmesi var. İlkçağda böylesi anıtsal çeşmelere “Nympheion” (yani, su perisi Nympha’lar çeşmesi) denir. Üstelik önünde durduğumuz, tarihin bilinen en eski çeşmesi. Yine bilinir ki; suyun tabiatı aşağı doğru akmaktır. Anlaşılacağı gibi, 3 bin yıl önceki İzmirliler, Anamara (Yamanlar) dağı eteklerinden kaynayan suya gem vurup, borularla şehirlerine taşıyıp bu çeşmeden akıtarak içmiş.
Akurgal’ların toprak altından gün yüzüne çıkardığı bu paha biçilmez tarihsel varlığı, bir büyük ilaç kuruluşumuz parasal katkısıyla, özgününü aratmayacak şekilde restore etti.
Şimdi, bu yararlı işe katkısı olanlara hayır dualar ederek, Smyrna Çeşmesi’nden avuç avuç içelim.
Sofradan, tam doymadan kalkar gibi, antik Smyrna’dan İzmirli şair Cezmi Tahir Berktin’in “Zaman ve Ayrılış” şiiriyle ayrılalım:
“Yoluma gül serperdi her gün eteklerinden
Gönlümün üstünde bir tül duvaktı zaman
Sonra neden neşemin büktü bileklerinden
Beni neden böyle yollarda bıraktı zaman?
Yalvardım, sözlerimi duymadı sağır gibi
Kalbi ne kadar sertti, tunç gibi, bakır gibi
O en güzel günleri çiçek koparır gibi
Birer birer koparıp göğsüne taktı zaman.
Vazgeçmiştim hayatın baharından yazından
Dur dedim, anlamadı bu kalbin niyazından
Karanlık gecelerde bir çeşmenin ağzından
Düşen damlalar gibi durmadan aktı zaman.”