İzmiriçe’nin tacı Kadifekale
Görmüş geçirmiş, cana yakın Anadolu’mun tüm kalelerini gördüm: Doğrusu senin gibi yakışıklısını, kol kanat gerdiği şehirler güzeli İzmir’in başında taç kuran bir başka doruk görmedim
Yazı: Şadan Gökovalı
“Hemen Mevlâ ile sana dayandım
Arkam sensin, kalem sensin dağlar hey!
Yoktur senden gayrı kolum kanadım
Arkam sensin, kalem sensin dağlar hey!
***
Köroğlu der tepelerden bakarım
Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim
Bunca yıldır hasretini çekerim
Arkam sensin, kalem sensin dağlar hey!”
Selam sana Kadifekale
Bin yıllardır İzmir ile bakışırsınız
Doğrusu, birbirinize çok yakışırsınız
***
“Sönmüş yanardağlar kaleler eteğinde
Yüzyıllardır uyuyan şu bizim İzmir
O âşık kadınları, levent erkekleri nerede
Sahiden yaşayıp göçtüler mi kim bilir?”
(Necati Cumalı)
Merhaba kaleler kralı Kadifekale!
Bulutlarla tutuşmuşsun el ele. Çıkmışsın gökyüzüne seyreylersin İzmir’i; İzmir diz çökmüş denizin dibine, seyreyler seni...
Görmüş geçirmiş, cana yakın Anadolu’mun tüm kalelerini gördüm: Hasankale’yi, Hoşap’ı, Afyonkarahisar Kalesi’ni, Van Kalesi’ni, Kan Kalesi’ni / Korakesion, (Alanya) Kalesi’ni, Kastamonu Kalesi’nde kral babasının “kastın neydi” dediği Moni’yi, boynuzlarında yanarcalar, keçilerin tırmandığı Keçikalesi’ni, Topal Osman Ağa’nın kâfirleri dara çektiği Giresun’u, Ahmet Gazinin buyruğuyla horozların akşamdan öttüğü Beçin’i, “Yüksek Yerin Halkı”nın kalesi Bergama’yı, Torosların yıldızı Sagalassos’u, Muğla’yı kuzeyden gelecek gelecek tehlikelere karşı koruyan Asar’ı, sağlamlıkta Çin Seddi ile yarışan Diyarbakır Surlarını, Krallar Kenti Kayseri’nin kalesini bir bir çıkıp indim. Doğrusu senin gibi yakışıklısını, kol kanat gerdiği şehirler güzeli İzmir’in başında taç kuran bir başka doruk görmedim.
Şanlı Kale;
1950’lerde, Aydın’da lise sıralarında dirsek çürütürken “Troyalı Helen”, “Acı Pirinç” filmlerini, İzmir Karmasının Macar Milli Takımıyla maçını seyretmeye gelmiştim iki üç kez! Her gelişimde, bu amaçlarım dışında Fuarı, Müzeyi ve seni gezmiştim!
Aydın’dan, Muğla’dan İzmir’e yolcu ettiğim yakınlarıma bu üç destinasyona mutlaka uğramalarını önermiştim. 1959’dan sonrasını sormana bile gerek yok: Kitap okumaktan, yazı yazmaktan fırsat bulur bulmaz sana koşmuştum. O zamanlar şenlik şamata eksik olmazdı sende. Özellikle “Sahnelerimizin renkli kelebeği” Beyhan Akıncı’yı alkışlamaktan avuçlarım kabarırdı.
Öğrencilerime, kültür turlarına katılanlara İzmir’i anlatmaya hep senden başlarım Kadifekale. Dinleyenler derler ki:
- Bu kale, Şadan anlatmadan burada var mıydı? Bak, işte karşıda Homeros, elinde liri, “İlyada” destanını mırıldanıyor. Alyates korkunç ordusuyla Belkahve’den beri yürüyor. Durun bakalım; “kutsal Cumhuriyetimizi kurmaya daha o günlerde karar vermiş olan sarışın şahan, muzaffer Başkomutan Mustafa Kemal”, silah ve ülkü yoldaşı İsmet Paşa’ya, Kurtuluş’tan sonra girişeceği ekonomik ve kültür devrimlerinden söz ediyor.
“Kadifekale böyle yazılmalıydı”
İzin ver Kadifekale, biraz övüneyim:
Vaki oldu ki Heyemola Yayınları Yöneticisi Ömer Asan İzmirli yazar tayfasını toplamış, niyetini açıklıyor:
- Arkadaşlar, diyor, “İzmirim” genel başlıklı 40 İzmir kitabı yayınlamak istiyoruz. Dileyen, dilediği semti alıp yazabilir, ama Kadifekale’ye dokunmayın!
Yazarlar takımı gibi bende de bir şaşkınlık”! (Acaba orası yazıldı mı, falan dedikten sonra açıkladı):
- Kabul ederse Kadifekale’yi Şadan Gökovalı’nın yazmasını…
En çok ben şaşırdım herhalde!
Ömer Asan (yanında Fergül Yücel) dedi ki:
- Bir gün burada Şadan Hoca’yı, bir gruba Kadifekale ve İzmir’i anlatırken dinledim. O an karar verdim, Kadifekale böyle yazılmalıydı, dedi. (Bu görüşmenin ürünü “İzmiriçe’nin Tacı: Kadifekale kitabım yayımlandı)
İskender’in Rüyası
Yüce Kadifekale, izin ver, senin yaşadığın olay ve taşıdığın yapıtlar konusunda kıyasıyla özetlenmiş bilgi aktarayım:
İ.Ö. 356 yılının 22 Temmuz’u. Makedonya Kralı II. Philippos’un Olympias’tan, nur topu gibi bir oğlu doğdu. Kraliçe düşünde, dört yanını fırtınanın sardığını, kucağından bir şimşek çakarak çevreyi yaktığını görmüştü; bu doğacak çocuktu!
Doğan çocuğa, “ulusların çobanı” anlamında “Alexandros” (İskender) adı verildi. Prens, nasıl bir adam olacağını, sayısız başarılarla gösterdi. Babasının 47 yaşında ölmesi üzerine, 20 yaşındayken tahta çıktı.
İskender, babasının düşünü gerçekleştirmek, Persleri alt ederek, dünya imparatorluğu kurmak üzere harekete geçti. Büyük ve güçlü orduyu üstün stratejiyle yöneterek, Çanakkale Boğazı kıyısına geldi. Granikos denilen yerde, kendisininkinden kat kat üstün Pers ordusunu bozguna uğrattı. “Büyük” olmak üzere, Anadolu içlerine yürüdü. Bazı kent-devletlerini savaşarak, bazılarını savaşmaksızın alarak İzmir’in kapısına dayandı.
İ.Ö. 700 yıllarından beri Lydialılardan, İ.Ö.545’lerden beri Perslerden işgal acısı çekmiş, bundan kurtulmak isteyen İzmirliler, Körfezi gören sırtlarda inşa ettikleri kalelerde yaşamaya başlamıştı. İ.Ö. 334’te hemşerilerimiz, İskender’i kent dışında karşılayarak İzmir’in altın anahtarını ona sundular. Bundan pek hoşnut kalan İskender, güzelliği dillere destan Smyrna’yı ziyaret etti. Bir gün, o zaman gür ormanla kaplı olan Pagos (Tepe) Dağı’na avlanmaya gitti.
Bir ara yorulunca, dibinden pınar kaynayan ulu bir çınar ağacının gölgesinde uykuya daldı. Rüyasında kendisine görünen ikiz tanrıçalar (Nemesisler) İskender’e, İzmir’i burada kurdurmasını önerdiler.
Düşlere düşkün olan İskender’in düşünü, Klaros (Ahmetbeyli), Apollon Tapınağı bilicisi şöyle yorumladı:
“Kutsal Meles Çayı yakınındaki Pagos’ta kurulacak kentte yaşayacak olanlar eski kentte oturanlardan üç-dört kat daha mutlu olacaklar…”
İskender’i yeni ülkeler, yeni fetihler bekliyordu. Onun buyruğu üzerine yeni İzmir, işte sende, Kadifekale’de General Lysimakhos (Lizimakos) tarafından kurduruldu. (Bana sorarsanız, bu işi o zamanki hemşerilerimiz kurguladı. Zira Tepekule’deki şehir yetersiz kalmış, üstelik liman da alüvyonlarla dolmaya başlamıştı. Hem böylece, doruktaki kenti savunmak kolaylaşıyor, aşağıdaki arazi tarım amacına ayrılmış oluyordu!)
Kadifekale’de neler var?
Yüce Kadifekale!
Üstünde ay-yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor. İskender zamanından kalma temel taşlarının üstünde, gelip geçmiş Roma ve Bizans duvarları yükseliyor; en yukarıda tuğla-taş onarım izleri göze çarpıyor. Propilaion denilen anıtsal kapıdan girişte, sağda solda, burçlara çıkışı sağlayan merdivenler yerli yerinde!
Ellerinde kameralar (pardon, bugün daha çok, fotoğraf çekme işini de gören cep telefonları) yerli ve yabancı gezginler bir oraya, bir buraya koşuyor. Her turistik yerde olduğu gibi, yurdumun çocukları bir şeyler satmaya çalışıyor ya da avuç açıyor. Bir köşende cami, bir köşende şapel (kilisecik) kalıntısı var. Açık alanını asırlık çam ağaçları gölgeliyor. Yolun sağında, açık ağzı ile gezginleri içine çekecek gibi görünen muazzam sarnıçlar. Buralarda yağmur suları birikiyor ya da aşağıdaki Meles Çayı’ndan ve oraya kadar kemerlerin getirdiği sular, meşin kovalarla taşınıyordu. (21. yüzyıla girilirken, İzmir’i yönetenler, Kadifekale’ye binlerce tonluk su depoları yaparak, çökmelere neden oldular.)
Kadifekale’den aşağı
İlkçağda şehircilik uzmanı olsak, İzmir Körfezi’ni çevreleyen dağlar arasında, kent kurmak için, Pagos’tan uygun yer bulamazdık. Doruk Akropolis, yamaçlar polis (kent) ve en aşağı da nekropolis (mezarlık) kurmak için ideal yerlerdi. İ.Ö. 4. yüzyılın kent planlayıcıları da aynen böyle düşünüp gerçekleştirmişler.
Piramidimsi tepeyi yatay olarak kesen yollar; bu yollar arasında büyük kamu yapıları, bunlar arasına evler, bir tablo estetiği ile yerleştirilmiş.
İşte, yatay durumunda, oval bir stadyum. Bu söz, yaklaşık 200 metrelik uzunluk ölçüsü “stadia”dan kaynaklanıyor. Bu mesafede atlet ve at yarışları yapılıyor! Olimpiyatlar ve günümüzün derbi maçları gibi. Herhalde Kadifekale stadyumundan yükselen sesler Kordelia’dan (Karşıyaka), Bayraklı’daki bir öncesi Smyrna’dan duyuluyordu. Acı bir olay daha yaşanmıştı stadyumda. Yeni ortaya çıkan Hristiyanlığı yaymaya çalışan havarilerden Sen Polycarp, İ.S. 167’de bu spor alanının ortasına yığılan koca dağlar yumrusunca odunla ateşe verilmişti… Eee, ne yaparsın; bellek yalnızca tatlı anıları değil, acı olayları da tutuyor.
Yamaçta bir çanak anten
Ulu Kadifekale!
Bir zamanlar yakanda bir tutam gül gibi ya da eteğinde bir çanak anten gibi bir tiyatro vardı; Anadolu’nun, demek ki antik dünyanın en fazla sığarı (kapasitesi) olan bir tiyatro. Bir kıyaslama ile, Ege’nin orta büyüklükte bir ilçesinin, Doğu Anadolu’nun orta kalabalık bir il merkezinin tüm halkını alabilecek sayıda oturma yeri (kavea) vardı bu tiyatroda. Zamanın tek kitle iletişim aracı!
Malum, “theatron”, gözle ilgili; “göze güzel gelen” anlamında. Antik çağın anlayışında, kaveanın herhangi bir yerinde oturan izleyici, sahneyi en güzel kendisinin gördüğünü sanırdı.
Sahne dedik de; oturma sıralarının en altında, yarım daire biçiminde bir orkestra çukuru bulunurdu. Adı üstünde, orkestra yer alırdı burada. Bir de koro. Özellikle “Troyalı Kadınlar”, “Oidipus”, “Zincire vurulmuş Prometheus” gibi tragedyalar sahnelenirken, koro duruma uygun şarkılar söyler ya da, gelişecek olaylar konusunda seyircileri bilgilendirir, uyarırdı. Şehrin, halkın dilinden açılmış ağzını andırır tiyatroda, tüm halkı ilgilendiren konularda, her evden bir kişinin katıldığı toplantılar düzenlenirdi; gazete, radyo, televizyon yerine tiyatro vardı!
İlkçağda İzmirlilerin sanat ve kültüre ne çok ilgi gösterdiğinin anıtsal kanıtı! Yazıklanarak söyleyim ki: yüzyıllar, bu benzeri az bulunan kültür mabedini molozlar ve unutkanlık örttü. Daha acısı, oturma yerlerinin, ön sahne duvarının, oturma yerlerinin en arkasındaki “anelemma” duvarının (çevre duvarının) mermerleri, bilgisiz halk tarafından, yeni binaların yapımında kullanıldı.
Ama dur; durum tümden karanlık ve umutsuz değil. Yeni bir uyanışla; tarihsel yapı ve yapıtlarımızın değerini kavramaya başladık. İzmir’i temsilen, Büyükşehir Belediyesi sponsorluğunda antik tiyatro da ayağa kaldırılmaya başlandı. Başkan Aziz Kocaoğlu’nun duyarlılığı ve Yrd. Doç. Dr. Akın Ersoy’un başkanlığında istimlak, kazı ve restorasyon işine girişildi. Bu sanat ocağında, İlkçağda olduğu gibi, temsillerin oynandığını hayal ediyorum da, içim bir hoş oluyor.
Şehrin nabzının attığı yer: Agora
Övülesi Kadifekale;
Antik kentlerin nabzı iki açık alanda çarpardı. Ticaret agorasında. Adı üstünde alım-satım, dış alım-dışa satım işleri görülürdü. Bu açık çarşılar, kalenin eteğinde, limana yakın yerde kurulurdu. Maalesef, İzmir’in Ticaret Agorası yere gömüldü, yok olup gitti: Te Deum!
Buna karşılık, daha yukarıda kurulanlara “Yukarı Agora” ya da “Devlet Agorası” denirdi. Pergamon’da, Ephesos’ta olduğu gibi, Smyrna’da da. Bu iki agora da vardı.
İzmir’imizin Devlet Agorası bugünkü Namazgâh’ta idi. Agora ve çevresi, mezarlar ve yeni yapılarla dolmuştu. Son yılların kültür bilinci ve vefa duygusuyla, bu Agora da tüm ihtişamıyla ayağa kaldırılıyor. Bazalika anıtsal yapısının kemer kilit taşında, Küçük Faustina bakıyor gelenlere. Kripdodamada (dehlizde) hala gürül gürül akan su, tonozlar, duvarlardaki şaşırtıcı grafitti örnekleri ziyaretçileri şaşırtıyor. Hele, kazı ekibinin ortaya çıkardığı mozaikler, şehrimizin bu sanat dalı yönünden de ne denli zengin olduğunu gösteriyor.
Anımsayalım: İlkçağda İzmir kent-devletinin resmi işleri burada görülür, belgeler burada saklanırdı. Burası, halkın en çok kutsadığı tanrı ve tanrıçaların merkeziydi aynı zamanda. Bir köşede (şimdi Arkeoloji Müzesi’nde) sergilenen yüksek kabartmada Bereket Tanrıçası Demeter (Serez) ile Deniz Tanrısı Poseidon (Neptün) tüm tanrısallıklarıyla bakıyor gezginlere. Bu da açıkça gösteriyor ki; eski İzmirliler hem tarıma hem de denize dayalı bir ekonomik yaşam sürdürüyordu.
Ey kaleler kalesi Kadifekale!
Seni daha fazla sevgilemeye yerim yok.
Yazımı şu içten dileğimle bitireyim;
Senin ve İzmir’in geleceği, geçmişi aratmasın!