Sessiz ama capcanlı: Havra Sokak
Sabahın ilk ışıklarından akşamın karanlığına kadar cıvıl cıvıl, yaşayan bir sokaktır Havra Sokak. İzmir sofralarını süsleyen sebze ve meyvenin en tazesini İzmirliyle buluşturan da, kent kimliğinin yapı taşlarından Yahudilerin tarih ve kültürüne ışık tutan da bu sokaktır.
Yazı: Yazı/ Article: Sara Pardo / Profesyonel turist rehberi
Fotoğraflar: Onur Şan
İzmir’imizin tarihi öylesine eski, öylesine derin ve renklidir ki! ‘Mozaik’ şehir dediğimiz burasıdır şüphesiz. Bu değerlerin tümünü bir yana bırakın, sadece Kemeraltı denilen yöreyi bir yazıya sığdırmak imkânsızdır; isterseniz bir çok ilginç kesitine birlikte kısa bir gezinti yapalım.
‘Kemeraltı’, Konak Meydanı’ndan başlayıp, bir boynuzu andıran eski iç liman kavisini takip ederek, yüzlerce dükkân, daracık sokaklar, onurlu ve zengin Türk beylerinin yaşamış olduğu ‘Beyler’ sokakları, lokanta, sinema, çeşme, sebil ve hanları; güzelim camileri, meydanları ve sabahın erken saatlerinden akşamın karanlığına kadar süren kargaşa demektir. İşte tam bunların merkezinde, göz alıcı bir sebze-meyve pazarı olan uzunca bir sokak vardır. Burası ‘Havra Sokak’tır. Bu sokağın çevresinde yer alan dar sokaklar ve tüm bölge, eski Yahudi yerleşim bölgesidir. İster İkiçeşmelik’ten girin, ister Kemeraltı’ndan! Hala oradadır tarih, sessiz ama capcanlı!
17’nci yüzyıla kadar, sadece iç liman, Hisarönü, Basmane, Kadifekale tepelerine ve oradan Bahribaba’ya kadar uzanan İzmir şehri, 17’nci yüzyıl başlarında, Avrupa konsolosluklarının buraya taşınmasıyla önem kazanmaya ve gelişmeye başlar. Varlığı ancak birinci yüzyılda belgelenmiş İzmir Yahudileri, 16’ncı yüzyıla kadar birkaç yüz kişiden ibarettir. Bu tarihten itibaren civar kasabalardan, Selanik, Edirne, İstanbul’dan yeni göç dalgaları gelir. 1620’lerden sonra ise 8-10 bin nüfuslu hatırı sayılır bir cemaat oluşur. Yüzyıllar boyunca, nüfusta dalgalanmalar olur. Nüfusun 40 bine kadar çıktığı görülmüştür.
Yahudilerin tümü, geleneklerinin ve dinlerinin icabı, hep bir arada, Havra Sokağı ve civarına yerleşir. 17’nci yüzyılda Selanikli din adamı ‘Josef Eskapa’ liderliğinde en parlak dönemi yaşar. Eskapa, hahambaşılık müessesesini kurarak Yahudileri örgütler ve dönemin en saygın cemaati yapar. Mesih diye bilinen ‘Sabetay Sevi’ onun zamanında yaşamış ve büyük olaylara sebep olmuştur.
İspanya ve Portekiz’den İzmir’e gelen her Yahudi grubu, kendine bir havra inşa eder. Neticede, bugün dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan bir manzara ortaya çıkar. Yan yana, sırtı sırta duran onlarca havra… Bunların yanında evlerde, bir odanın oluşturduğu özel havralar; toplam sayıları elliye varan ibadethaneler… Çoğu bugün ayakta olmayan, ayakta olanların bir kısmının ise son nefeslerini verdiği, birkaç tanesinin de İzmirimizin çok değerli kültür hazinesi olduğu bu daracık sokaklara kendimizi atıp, nostaljik bir gezi yapmaya ne dersiniz?
İkiçeşmelik Caddesi’nin kalabalık kaldırımlarını bir çırpıda geçiyor ve ‘Havra Sokağı’ tabelasından içeri giriyorum. Yanımda, elinde kocaman bir tomar anahtarla gelen Avram Bey var. Pırıl pırıl, rengârenk sebze, meyve ve her tür yiyeceğin satıldığı dükkânların arasından geçerken, güleryüzlü ve konuksever satıcıların davetkâr sesleri bizi hemen güzel bir günün havasına sokuyor. Henüz otuz metre kadar yürüyor ve sağımızda bir kapı kirişinin üstünde alçı kabartma ile yazılmış İbrani takvimine göre bir tarih ve üzüm salkımları; eski Yahudi şaraphane ve meyhanesi. Evet, bir zamanlar bu sokak Yahudi dükkânları, meyhaneleri, evleri ile hayat bulurdu. Yahudiler buraları terk edip göç ettiler veya başka semtlere taşındılar. Tarihi yaşamaya başlıyoruz.
İşte balık pazarı. Hemen sağdaki sokağa sapıyoruz. Hayret! Bunca gürültüden ve karmaşadan sonra bu denli sessizlik. Tümüyle terkedilmiş, hayat emaresi yok. İşte buraları havraların en yoğun olduğu sokaklar. Onlarca dükkân ve hepsi kapalı. Beş yıl öncesine kadar ayakkabıcılar çarşısı olan bu yörede, bir zamanlar yere iğne atsak düşmezdi.
Burası harika bir turistik bölgeye dönüştürülebilir ve dönüştürülecek.
Havraları arıyoruz. Görünürde bir şey yok. Her şey gizli. Tabii ki buraları ancak bir bilenle gezilebilir. Havralar, basit ve yüksek duvarların ardında, küçük bahçelerin içinde gösterişsiz ve sessiz, yüzyıllardır ayakta duruyor. Sokağa açılan kapılar diğer binalarınkinden büyük ve eski olmasa, asla farkına varılmayacak.
Sağımızda ‘Etz Hayim (Hayat Ağacı)’ levhası. İzmir’in en eski havrası. Bizans devrinden kalma ancak kesin yapılış tarihi belli değil. Ayakta ama büyük bir restorasyona ihtiyacı var, çünkü çökmek üzere. Tam karşısında dört yıl önce çatısı çökünce tümüyle bir yıkıntı haline gelmiş, zamanın en büyük havrası, ‘Hevra’ var. 18’inci yüzyıl başlarında yapılan bu havranın restore edilip Türk-Yahudi müzesine dönüştürülme projesi yürürlükte. Etrafımızı merak ve hayranlıkla seyrederken, kulağımızın dibinde ezan sesiyle duygularımız karışıyor. Ne hoş bir kaynaşma!
Yolumuza devam ederken köşeyi dönüyoruz ve ‘Hevra’ya omuz vermiş, yine bir 18’inci yüzyıl havrası ‘Algazi’yi görüyoruz. Kocaman gri kapısının ardında bir avlu, bir merdiven ve geniş bir salon var. Tipik bir Anadolu havrası; çatılar ahşap, okuma masası ‘teva’ ortada ve yüksekte, rengarenk Türk halıları, kutsal objeler. Burası çok sık kullanılan bir ibadethane. Her yer tertemiz.
Sokağa çıkıp köşeyi dönüyoruz. Eski demir bir kepenk. Daima kapalı ama buranın sırrını biliyorum. Avram Bey ısrarım üzerine paslı kilidi açıyor. Büyükçe bir avlu, ağaçlar ve dar bir merdiven. Yukarı çıkıyoruz. Sadece dört duvarı mevcut, çatısız bir alana giriyoruz. Burası 1940 yılında yanmış olan ‘Foresteros’ Havrası.’ 18’inci yüzyılda yapılmış. İzmir’in çeşitli bölgeleri, Havra Sokağı ve civarı başta olmak üzere, sık sık yangınlarla harap olmuş ve tekrar tekrar restore edilmiş. ‘Foresteros’un bir duvarı “Hevra”ya, bir duvarı ‘Algazi’ye ve aşağıdaki koridorla ‘Singora’ya dayanmış. Böylesine ilginç bir duruma, yani dört havranın bir arada olmasına, burada ve sadece Prag’da rastlanır. Sokağa çıkıyor ve solumuzdaki kocaman kapıdan içeri giriyoruz. “Sinyora Havrası”nın uzun dar koridoru ve yüksek duvarları bizi sevimli bir bahçeye götürüyor. Yarım asırlık turunç ağacı hiç bıkmadan, ümit saçarak dallarını meyvelerle donatmış! Ne kadar iç açıcı bir manzara. İçeri girdiğimizde, havranın adını aldığı “La Sinyora”, lakabıyla anılan “Donna Gracia Mendes”in haşmetine ne denli uygun olduğuna tanık oluyoruz. “La Signora”, yani hanımefendi, Portekiz’den Osmanlı’ya göç etmiş, Yahudi tarihinin en ünlü kadınlarından biridir. Adına şiirler, kitaplar yazılmış, şarkılar bestelenmiş olan “La Signora”, belki de bu havranın sponsoruydu. Bu havra bugün halen büyüleyici bir asaletle varlığını sürdürüyor.
Çarşı sesleri geliyor. Evet! Kemeraltı Caddesi’nin bir arka sokağındayız. Önümüzde Kestane Pazarı ve Şadırvanaltı camilerinin koruyucu gölgeleri ve “merak etmeyin buradayız” dercesine göğe yükselen minareleri...
Geri dönüp sola sapıyoruz. Bu sokak biraz daha hareketli. Esnaf daima güleryüzlü, samimi ve dostça selamlarıyla bizi buyur ediyorlar. Ardından kapının önünü boşaltıyorlar ve kocaman bir kilitle gri kapıyı açıyoruz. Burası buram buram tarih kokan ‘Şalom Havrası’ndayız. Sanki büyükannemin evindeymişim ve sanki sandıklardan çıkma rengârenk yastıklarla döşenmiş sedirler ve ben buradaymışım gibi hissediyorum. Ardından bu küf ve nem kokuları arasında düşlere dalıyorum.
Neler görmüş, neler geçirmiş burası! “Sabetay Sevi” burada yetişmiş. Büyük Hoca Josef Eskapa yıllarca burada görev yapmış. Bir zamanlar orta yerde olan “teva” tıpkı 15’inci yüzyıl İspanyol kadırgası. İspanya’dan Osmanlı’ya 1492’de göç etmiş Yahudiler, bu tip kalyonları kullanmışlar. Harika kalem işleriyle süslü, neredeyse çökmek üzere olan ahşap tavana bakıyorum. Zengin bir Türk evinde miyim, yoksa bir havrada mı? İnanılmaz gibi geliyor ama, evet, Türkiye Yahudileri İspanya’yı, İspanyolca’yı, İspanya hayatını, müziğini, mutfağını hiç unutmadılar ama eskileri yeni vatanlarıyla öyle güzel kaynaştırdılar ki! Benzersiz sonuç…
Tekrar Havra Sokağı çarşısına dönüyoruz. Ters yönde 200 metre kadar yürüyüp sola kıvrılıyoruz. Köşeye sıkışmış oldukça iyi durumda kiremit yapı. Baş tarafında işlemeli çok güzel bir mermer giriş. “Portekiz Havrası”, içeri girilemiyor. Portekiz göçmenlerinin 17’nci yüzyılda inşa etmiş olduğu bir havra. Terkedilmiş ve sanki “beni kurtarın” diye bağırıyor.
Yolumuza sağa saparak devam ediyoruz. Bu daracık sokaklarda ne kadar çok eski eser varmış diye hayrete düşüyorum. Önümüzde yüksek duvarlarla çevrilmiş ağaçlıklı büyük bir bahçenin içinde 11’inci yüzyıl başlarından kalma bir köşk. Kocaman demir kapı, paslı kilidiyle “artık beni göremezsiniz” der gibi duruyor. Burası 200 yıl boyunca İzmir Yahudi Cemaati’nin yönetim binası olarak hizmet vermiş. Ünlü Rotchild ailesinin armağanlarından biri. Bina harap duruma, can çekişiyor ama zamana direnmekte, “pes etmem, beni kurtarın” diyor. Hüzünle oradan ayrılıyoruz. Üç adım ötede ayakta kalmış ender eski evlerden biri “Bet Hillel Havrası” var, yanmış, yıkılmış. 19’uncu yüzyıl Yahudi dünyasının en ünlü din adamlarından olan ve bugün bazı kişilerce aziz kabul edilen “İzhak ve Abraham Palaçi”lerin evi ve ibadethanesi olan bu yapı restore edilmeyi bekliyor.
Artık bu derin sessizlikten ayrılıp İkiçeşmelik Caddesi’ne çıkıyoruz. Sola kıvrılıp sıradan bir kapının önünde duruyoruz. “Bilkur Holim Havrası.” Sade bir duvar, sade bir demir kapı, bitişiğinde müzik aletleri satan ufak bir dükkân, kapının önünde yere çömelmiş yaşlı bir seyyar satıcı; sapsarı, yemyeşil zeytinyağ ve zeytin satıyor. Bu mekâna ne kadar da uyumlu! Merdivenlerden çıkıyoruz. Oldukça geniş iki oda. İzmir’in en güzel ve en iyi durumda olan 18’inci yüzyıldan kalma bu havra bir zamanlar zengin bir kişiye ait bir evmiş. Bir köşeye ilişip etrafımı doya doya seyrediyorum. Tavanlar kusursuz kalem işleriyle süslü. Yüksek tevası, eski mermerleri, alçı kabartmalı sütunları, geniş pencereleri, baharı çağrıştırıyor adeta. Üst üste sıralanmış dua kitapları, dua şalları… Bu atmosfer herkesi ibadete davet eder gibi…
Şaşkın ve huzur içinde buradan ayrılıyoruz Havra Sokak’tan. İzmir Kemeraltı Çarşısı’nın sadece bir kesimini kısaca anlatmak istedik. Böyle bir turun, mutlaka detaylı tarih ve geleneklerle anlatılarak sunulması gerektiğini belirtmek isterim. İzmir’de gezilecek görülecek öyle çok yer var ki! Yeter ki şehrimizi sevelim, tanıyalım ve tanıtmak için özveriyle örgütlenelim.