Mavi Tarlada Ak Güvercinler

Yarım yüz yıl önce bir avuç yurt sevdalısının başlattığı mavi yolculuklara gösterilen ilgi bazı çevre sorunlarını da birlikte getiriyor

 

“ Mavi gezi bir kitaptır yazılmamış       

Mavi gezi bir masaldır söylenmemiş" 

     (Bedri Rahmi Eyüboğlu)

Yazı: Şadan Gökovalı / Türkiye Rehberi

 

Toprağından olduğum, soyadımı aldığım Gökova’yı yazmaya hep çekindim. Nedenine gelince:

Aydın Ticaret Lisesinde öğrenciyken, “IŞIK" adlı duvar gazetesi yayınlanıyor, yerel “KIROBA" gazetesinde okul sayfaları düzenliyordum.

Bir gün Kıroba’ da Gökova üstüne bir röportaj döktürdüm. “Tanrı kumu eleyip kıyılara serpmiş, çamlar ayaklarını ıslatmak için denize uzatmış" gibi şairane cümleler düzmüşüm.

Yazıyı okuyan amcaoğlu Şadi:

-Bizim oğlan, kendi köyün diye övdükçe övmüşsün, dedi.

 

O günden sonra,  soyadım dışında “Gökova" sözcüğünü kullanmaktan kaçındım. Neyse ki Halikarnas Balıkçısı yetişti imdadıma; Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu da yardımcım oldu. İşin kolayına kaçmış, “Usta Malı" satmaya başlamıştım.

Sözleyin, şöyle diyordu Balıkçı Baba:

“İnsan Ekvator’da da, kutuplarda da yaşar ama, onun asıl yaşayacağı ve gelecekte turizm yapacağı yer, Gökova ve dolaylarıdır."

Şöyle yazıyordu Azra Ana:

“Okuldayken harita çizmeyi beceremezdim; keşke becerebilip, Gökova haritası çizseydim; kim bilir ne güzel oyalar, nakışlar çıkardı ortaya!"

Düşüncenin ve Türkçe’nin anıt adamı Sabahattin Eyüboğlu, dünyaca ünlü Alman Dergisinin “Türkiye Özel Sayısı"ndaki yazısına şu çarpıcı cümle ile başlıyordu:

“Gökova der demez, yüreği maviye boyananlardan biri de benim.”                      

      

Bambaşka bir turizm konsepti

Turizm, ilk insanlarla başladığı gibi, özellikle Ortaçağdan beri, bu insan etkinliğine tanım bulma çabalarına girişildi.  1963 yılında Roma’da yapılan “Uluslararası Resmi Turizm Organizasyonları Toplantısı”nda şu ortak tanımda karar kılındı:

“TURİZM; insanların – iş ve yerleşim amaçları dışında – bulundukları yerden başka yere gitmekten ve gittikleri yerde en az 24 saat, en fazla üç ay kalmalarından kaynaklanan etkinliklerin tümü." (Niye saklayalım ki; bu tanıma göre İstanbul’a, Ayvalık’a, Dikili’ye, İzmir’e, Çeşme’ye, Kuşadası’na, Bodrum’a vb. gelen günübirlikçi ziyaretçiler turist sayılmıyor!)

Halikarnas Balıkçısı’ndan aldığım esinle, burada ampirik de olsa bir “turizm" tanım denemesine kalkışayım:

“İnsanoğlu çoğu zaman, olduğu yerde olmamak, olmadığı yerde olmak ister. Bu istekten, turizm denilen etkinlik doğar."

Gelin birlikte, bu tanıma bir cümle ekleyelim:

“İnsanın hep başka başka yerde olmak isteğine en uygun turizm biçimi, mavi yolculuktur."

 

 Buyur, bu çiçek sana!

Sümerler, Anadolu için; “Denizin kıyısındaki güneş bahçesi" derlerdi.

Öyle bir bahçe ki bu topraklar; her gezen, her  kezinde  başka başka çiçekler devşirir. (Sonra da sevgilisine "buyur" der.)

Dünya haritasının en güzel yarımadası batıda Arkhi Pelagos (Eski Deniz) Ege’yle Sarmaş dolaş olur. Antik çağdaki adı zaman içinde  "Arşipel" e dönen bu ulu suya “Adalar Denizi" de denir. Zira, başka denizlerde adalar bulunurken, bizim Ege’de adeta, adalar arasında deniz parçaları kalmıştır!

Bu ada-deniz karmaşasına hayran kalan yazarlar, şairler yazmaya, kameramanlar çekmeye, ressamlar çizmeye doyamamışlardır;

 

“TÜRKİYEM

  Seni boydan boya sevmişim,

  Ta Kars’a kadar Edirne’den.

  Toprağını, taşını, dağlarını

  Fırsat buldukça övmüşüm.”

   (Turgut Uyar)

 

“on iki sıfır beş’te İzmir’de bir yıldız kaydı

  İmbat durmuştu kan ter içindeydim

  Akdeniz’in elindeydim söz temsili

  Işıklı bir teşbih karşıyaka’ydı"

  (Attilâ İlhan)

                                                                                  

Gerdanlıktan inci taneleri

Anadolu Yarımadası ile Ege Denizinin kucaklaşmasından oluşan boyuna, doğal ve yapay tanelerden oluşan bir gerdanlık takılmıştır.

Şimdi şöyle yapalım:

Birlikte amfibik (yüzergezer) bir taşıta binelim; kuzeyden güneye Ege’yi kıyılarken, iki yanımızda kalan inci tanelerini ben kısaca anlatayım; herkes ada, antik şehir, yarımada, koy, vadi, tepe ve çaylardan beğendiğini alsın.

“Uğur ola" deyip, göçücü kuşların kışa doğru yaptığı gibi, Çanakkale’den yola koyuluyoruz.

Kastamonu çıkışlı “Çanakkale içinde" türküsü eşliğinde Aynalı Çarşı, Nusret Mayın Gemisi Maketi, Çanakkale Boğazının batısında işaret parmağı gibi uzanan Gelibolu Yarımadası ve ucunda şaha kalkmış “Çanakkale Şehitler Anıtı", ardımızdan su döküyor, el sallıyor.

Türkiye’nin batı uç noktası Avlaka Burnunu barındıran en büyük adamız İmroz (Gökçeada), altında Deniz Tanrısı Poseidon’un sarayının bulunduğu Tenedos (Bozcaada) denizde yüzerken; ilkçağın insanlık kapışması olan savaşla yıkılıp, bu savaşın destanı “İlyada" ile ölümsüzleşen Troya’ya göz atıyoruz.

Babakale’den az içeride Gülpınar’da, yöredeki haşereleri yok eden Apollon (Güneş) Smintheion ; Behramkale’de Atena Tapınağı ile, minaresi yerine ezan taşı bulunan Assos var. Anımsayın; Aristoteles, üç yıl boyunca (Sıfırdan Önce 348-345) bu şehrin stoalarında felsefe dersleri vermişti.

Güneşin doğduğu yönde kalan Adremitton (Edremit) yakınlarında Akçay, Tahtakuşlar, İdaköy, Sütüven Şelalesi, Hasanboğuldu büveti (çayın oluşturduğu gölcük), Adatepe Zeus Altarı görülmeye değer.

Burhaniye’de Çanakkale Savaşının efsane isimlerinden Seyit Onbaşı heykeli, Havran yolunda endemik (buraya özgü) piramit (Pinus Piramidalis) çamları; Gömeç doğusunda dağ sırtında, sırtüstü yatmış Atatürk siluet görülüp fotoğraflanabilir.

Ayvalık’ta papalinalı, istifnolu ve elbette balıklı yemekten sonra, Kozak yaylası halkını varsıl kılan fıstık çamları (Pinus Pinea) gölgesinden Bergama’ya inebiliriz. Ya da, Çanakkale – İzmir asfaltını kullanıp, Atarneus (Dikili) ziyareti sonrası Bergama’ya ulaşırız. Bu taktirde, tarihe şan veren krallığın başkenti Pergamon’u (Asklepion, modern Bergama ve Kaletepe) yi görüp, Bergama hayranları arasına adımızı yazdırabiliriz.

Kara yolunu izleyenler Bergama güneyinde Bakırçay’ı geçerek, ilk kavşaktan 16km batıda Pitane’yi (Çandarlı), ikinci yol çatıdan doğuya doğru tırmanarak Zeytindağ’daki Elea örenine göz atabilir. Yenişakran’dan yine doğuya 15 km kadar sonra, Prof.Dr. Ersin Doğer’in gün ışığına çıkarmakta olduğu Aigai’yi görmek, kaşif yapar sizi. Aliağa’dan sonra, Kyme’yi ziyaret ederek Yenifoça üzerinden ya da Larissa (Buruncuk) yakınlarından 25 km’lik  yolla Phokai’ye (Foça) ulaşılır. Aman dikkat edin; Foça’ya yaklaşırken, Siren kayalıkları var. Burada yaşayan deniz kızları, oradan geçen denizcileri baldan tatlı seslerle çağırırlar. Sirenlerin çağrısına uyanların vay haline!

Herkesin bizim gibi yüzer- gezer aracı yok ya; kara taşıtı kullananlar Menemen Yıldıztepe’deki Şehit Kubilay ile bekçi Hasan ve Şevki için Ratip Aşir Acudoğu’nun yaptığı anıtın yazısını okumanız yeterli: “İNANDILAR, DÖVÜŞTÜLER, ÖLDÜLER. BIRAKTIKLARI EMANETİN BEKÇİSİYİZ.”

Heey, bizim amfibinin yolcuları; yeryüzünün en gözde şehri, İonia’nın süsü, Asya’nın incisi, Bilginler Ormanı Smyrna’ya  geldik. İşte, Yamanlar eteğinde Eski İzmir öreni ile modern Karşıyaka Körfezin güneyinde, Çatalkaya eteklerine süzülmüş İzmir uyuyor.

 

“Güzelyalı’dan bir okaliptüs

Bir palmiyeye vurulmuş Karşıyaka’dan

Gelgelelim arada koskoca deniz,

Ah palmiye ah okaliptüs"

    (Erdoğan ÇOKDURU)

           

İzmir bir şehir değil, bir bölge, bir ülke! “Tek taşını sevmek büsbütün Acem mülküne değer!" Kordon’u, Konak’ı, Güzelyalı’sı,  Kadifekale ’si, Çeşme’si, Urla’sı, Karaburun’u, Seferihisar’ı ve tüm ilçeleri kollarını açmış yolumuzu gözlüyor.

40 km kadar güneyde Torbalı ve onun atası Metropolis, oradan 30 km kadar sonra Selçuk bizi özlüyor. Selçuk’tan 10 km kadar doğuya, 5-6 km güneyde, bütün çağların en kutsanmış kentlerinden Efes’i es geçmek olmaz. Burada, Dünya’nın Yedi Harikasından Artemis Tapınağını ziyaret ederek putperestler gibi; Meryemana’yı ziyaret ederek Hıristiyan ve Müslümanlar gibi yarı hacı oluruz. (Konaklama sırasında ben de size Artemis’ten, Heraklit’ten, ressamların Babası Perhassions’tan öyküler anlatırım)

Efes Kuşadası arası 20 km, bir o kadar dakika çeker. Burada – önceden rezervasyon yaptırdığımız – bir otelde geceleyip; ertesi sabah, tarihin ilk düzenli şehri Priene’yi, Yedi Bilgenin birincisi Thales‘ in şehri Milet’i , Dünya’nın en yüksek Apollon Tapınağının bulunduğu Didim’i hayranlıkla gezerek kara/deniz yolculuğumuzu sürdürüyoruz.

İassos’ta (Kıyıkışlacık), Yunus Üzerindeki Hermias’ın öyküsünü dramatize ederiz. Selimiye yakınında, halkın pek yerinde olarak “Ayaklı" dediği Euromos Zeus Tapınağını size göstermezsem, borçlu kalırım. Karayolu izlendiğinde ulaşacağımız ilk şehir; “Horozları akşamdan öten" Milas! Merak mı ettiniz? Menteşe Beyi Osman Gazi, kuşattığı Beçin‘i teslim etmeleri için Milaslılara “horozlar ötene kadar" mühlet vermiş. Akşam olunca sabredemeyip; “Ötün ya mübarekler!"  demiş, horozlar ötüverince, Milaslılar savaşmadan şehri teslim etmişler. O günden bu yana Milas’ın horozları akşamdan ötermiş ama, başları kesilmezmiş. Beş bin yıl önceki yerli Anadolu dilinde adı “Değirmenli Yer" anlamına gelen Milas’ta Baltalı Kapı’yı, son yılların arkeolojik atraksiyonu Hekotommos anıt mezarını, “Uzun Yuva" denilen dikili kalmış tek sütunu, benzeri bulunmaz Gümüşkesen mausoleumu'nu ve özellikle karakteristik Türk evlerini görmeye doyum olmaz.

Çabuk toparlanalım; Bodrum bizi bekliyor. Bodrum Yarımadasını Torba/ Myndos (Gümüşlük) üzerinden dolaşabiliriz. Aracı dört tekerli olanlar, Yokuşbaşı’ndan Bodrum’u, apak evleri, güzel şehre tepeden bakan Kale’yi, ufukta Arkennesos’u (Karaada), Göktepe sığarı (kapasitesi) 8 bin 500 kişi olan antik tiyatroyu görebiliriz. Hazır bu gök ve deniz mavisi cennetine gelmişken, iki önemli mezarı ziyaret etmemek bize yakışmaz. Birisi, Sıfırdan Önce 353 yılında ölen Karya satrabı (Pers bağımlısı genel vali) Mausolos  ölünce eşi Artemisia’nın yaptırdığı, dünyanın Yedi Harikasından birisi olan Maousoleion (Mozoleum), diğeri de yaşamı Bodrum’la özdeşleşmiş ve ölünce (13 Ekim 1973 ) buraya gömülen Halikarnas Balıkçısı’nın Gönültepe’deki mütevazı mezarı.

Yine tekeri karadan kayan, kızağı denizde kayan taşıtımıza atlıyoruz. Eteğinde Artemis şifalı suyu kaynağı, yukarısında bir tapınak bulunan Karaada’yı solumuzda bırakıyoruz.  Ege Denizinin işaret parmağı gibi uzanan Gökova Körfezine girecek olsak; Keramos’u (Ören), Körfezin ucunda, son yıllarda turizmin parlayan yıldızı Akyaka’yı, Kleopatra’nın asla girip denizde çimmediği Kedrai (Sedir) Adasını, koylar girdabı olan Taşbükü’nü, Karaca Söğüt’ü, fotoğraflarıyla birlikte görüp hayran olduğunuza emin olduğumuz Balıkaşıran’ı, Yedi Adalar’ı gezecektik. (Program yoğun, yazımıza ayrılan yer malum, oraları başka sefere bırakalım.)

Karadan/Denizden mavi yolculuğumuzun odak noktalarından sonuncusuna ulaşıyoruz. Burası, “Yarımadaların en güzeli üzerinde, tanrıçaların en güzeli adına kurulmuş antik kent” Knidos. Yuvarlak kaideli tapınağı tahrip olmuş, bütün zamanların en büyük yontu ustalarından Praksiteles’in yarattığı şaheser heykeli kaybolmuş ama, varsayalım ki biz, Akdeniz güzeli Afrodit’in konuğuyuz. Güneş batmadan, tiyatroları, Demeter Tapınağını, öteki bayındırlık yapılarını ziyaretle Akropolis’e tırmanıp, o tepeden aynı anda Ege’yi ve Akdeniz’i görelim.

 

Hayli yorulduk ama, sanırım çektiğimiz zahmete değdi.

Yemekten sonra, uykudan önce size nice aşk söylenceleri anlatırım.

Yeni bir yolculukta buluşmak üzere, karayla, denizle ve birbirimizle vedalaşıyoruz.

 

 

“Sen ne güzel bulursun

Gezsen Anadolu’yu.

Dertlerden kurtulursun

Gezsen Anadolu’yu…"

Renkli Kalem Medya Grubu
Tüm Hakları Saklıdır ©