BİR MOLA... DATÇA

“Eskiden bu yollardan Datça’ya varmak tam bir eziyetti..” diyen, yorgun bir sese kulak kabartıp, gözümü açıyorum. Neredeyiz? Bütün yol boyunca uyumuşum. Kıvrıla kıvrıla dağların arasından, keskin dönemeçlerden, kimi zaman yükselerek, kimi zaman koyları seçecek kadar alçalarak ve yeşillikler içinde, Türkiye’nin güneybatısı’nda en uç noktaya, Datça’ya gidiyoruz. Eski günlerdeki zahmeti, sıkıntısı kalmamış Datça yolunun. Üstelik isterseniz yaz aylarında Bodrum’dan belli saatlerde hareket eden feribotlarla da ulaşılabiliyor Yarımada’ya…

Yazı: Yeşim Özcan (@yesimcimcim)

Fotoğraflar: Murat Solakoğlu (@msolaks)

Marmaris’ten Datça’ya devam ederken haritadan Yarımada’nın konumuna bakmak bile insanı heyecanlandırmaya yetiyor. Datça, sanki kollarını kocaman açmış, bir yanına Ege Denizi’ni diğer yanına Akdeniz’i almış, bizi kucaklamaya hazırlanıyor.  

Yarımada’nın başlangıç noktası olarak kabul edilen Bencik’e geldiğimizde karşılaştığımız manzara muazzam: Sırt sırta vermiş Gökova ve Hisarönü Körfezleri’nin ‘ha gayret’ deyip biraz daha birbirlerine sokulsalar birleşiverecekleri yerde, çivit mavisinden laciverde çalan rengiyle, kokusuyla Yarımada konuklarını selamlıyor. 

Rivayete göre eskiden balıkçılar balığa çıkmadan önce buradan şöyle bir bakarlarmış, hangi tarafta dalga, rüzgâr yok diye. Ekmek teknelerini sırtlarına aldıkları gibi dalgasız, balığın bol olacağını tahmin ettikleri deniz tarafına giderlermiş. O gün bugündür Bencik Limanı’nın Akdeniz’e bakan tarafına Balıkaşıran denilmiş.

Badem ağaçları, kızılçamlar, beyaz badanalı evlerle sarmaş dolaş olmuş begonviller, yol boyunca dizili pembeli- beyazlı zakkumlar… Sıcaktan bunaldığımızda, serinleyeceğimiz maviden, laciverde uzanan koylar. Daracık sokaklar, kekik ve biberiye kokan avlular… Havası ve suyuyla bambaşka bir memleket.

Onca yolu, sıcağı göze alıp geldiğimiz Datça’ nın merkezine vardığımızda yüzümüzdeki tebessüm kayboluyor gördüklerimiz karşısında: Kocaman evleri, inşaat halinde ya da yeni tamamlanmış çok katlı otel olacağını düşündüğümüz binaları, iki adımda bir önünde inşaat malzemeleri yığılı dükkânları karşımızda görünce yoksa… diyoruz! Marmaris, Bodrum, Kuşadası kadar olmasa da buradaki yapılaşma da üzüyor bizi. Kısa bir kahve molası veriyoruz merkezde. Yüzümüzde, az önce yaşadığımız hayal kırıklığının verdiği yılgınlıktan kurtulmaya çalışarak, hayalini kurduğumuz, hikâyelerini dinlediğimiz ve gelmek için sabırsızlandığımız yarımadayı keşfetmek için yola koyuluyoruz. 

Kıvrıla kıvrıla uzayıp giden yoldan Ağustos böceklerine kulak verip her sapışımızda “bük” denilen, birbirinden güzel koylara vardık. Kızılbük, Hayıtbükü, Palamutbükü, Ovabükü, Akvaryum, Domuzbükü…

Aşağılara indiğimiz koylarda uçsuz bucaksız çam ve zeytin ağaçları yerini badem ağaçlarına bırakıyor. Kimisi bembeyaz irili ufaklı taşlı, kimisi incecik kumlu… Kiminde lacivert, kimindeyse mavinin çivit olanında serinlemek mümkün. Onca yolun yorgunluğunu, merkezde kocaman binaları ve inşaatları gördüğümüzde yaşadığımız hayal kırıklığını ilk koyda bırakıveriyoruz Akdeniz’in serin sularına! Büklerden tekrar yukarılara çıkıyoruz, az sonra Antik döneme ait büyükçe taşlar, hepsinin birer hikayesi vardır diye dikkatlice baktığımız yıkılmış, kenarda, köşede kalmış duvarlar çıkıyor karşımıza.

İki Denizli Antik Kent… 

İki doğal liman, birisi ticaret gemilerini diğeriyse savaş gemilerini ağırlamış iki koy… Birisi Ege’de diğeri Akdeniz’de! Knidos, ilk olarak İÖ 7. yy.'da Datça merkeze yakın bir alanda bulunan Burgaz’da kurulmuş. Daha sonra ise kent bugünkü Tekirburnu’na taşınmış. Taşınmanın nedeninin o dönemdeki büyük depremler olduğu düşünülüyor.

Antikçağ’da Knidos Halkı’nın en önemli geçim kaynağı deniz ticaretiymiş. Dorlar zamanından beri var olan kente başta amforalarla şarap olmak üzere mal alıp-satmaya, bir limandan diğerine geçerken mola vermeye ve gemilerinin ihtiyaçlarını karşılamaya pek çok gelip giden denizci olurmuş. Ayrıca kent, sanatta, bilimde ve sağlık alanında da çok ileri düzeydeymiş. Ünlü matematikçi, filozof ve astronom Eudoksos, doktor Euryhon, dönemin önemli heykeltıraşları Skopas, Bryaksis ve Zenedotos, dünyanın 7 harikasından biri olan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos Knidos’ta yaşamış.

O zamanlar şehre gelip demir atan gemileri, bugün gittiğinizde yerinde göremeyeceğiniz, nerede olduğu ile ilgili birçok rivayetin olduğu dillere destan “ Çıplak Knidos Aphrodite Heykeli” karşılıyormuş. “Dikkatli baksam görebilir miyim acaba tanrıçayı..” diye sormadan edemiyorum yanımdakilere? 

İÖ 4. yy.’da ünlü heykeltıraş Praksiteles’in yaptığı Çıplak Afrodit (Aphrodite) Heykeli’nin öyküsü kendisi kadar meşhur: Kos’dan aldığı tanrıça heykeli siparişi üzerine Praksiteles, Koslulara iki tane heykel yapar. Bu heykellerden bir tanesi şimdiye kadar yapılmış hiçbir tanrıça heykeline benzemeyip; tıpkı tanrı heykelleri gibi çıplak tasvir edilmiş. Kosluların çıplak tanrıçayı istememesi üzerine, çıplak Afrodit Heykeli’ni Knidos’lular satın alıp, kentin her yerinden görülebilecek şekilde bir tapınağa yerleştirmişler.

O günden sonra Afrodit’in çıplak tasvir edilen heykeli göz kamaştırıcı güzelliğiyle dilden dile anlatılan bir efsane haline gelmiş. Knidos Afrodit’ini duyan tüm denizciler heykeli görmek için yollarını bu kente düşürmüşler… Varlıklı ve rahat bir hayat sürdüren Knidos’lular gel zaman git zaman sonra borçları nedeniyle sıkıntıya düşmüşler. Knidos halkını içinde bulundukları sıkıntılı durumdan kurtarmasına karşılık olarak Bitinya Kralı, Knidos’lulardan şehrin sembolü haline gelen Afrodit Heykeli’ni istemiş. Heykeli krala verip vermeme konusunda aralarında anlaşmazlığa düşen halk, karar için bir oylama yapmış. Heykelin kentte kalmasıyla sonuçlanan bu oylama da tarihte ilk demokrasi örneklerinden birisi olarak bilinmektedir.

Amfitiyatrosu, Akropolis’i, Demeter Mabedi ve dünyanın ikinci büyük tıp merkezinin ve Eudoksus’un keşfettiği “ilk güneş saati” nin de burada oluşu sebebiyle döneminin en önemli kentlerinden biri olarak uzun yıllar varlığını sürdürmüş olan Antik Knidos, günümüzde de Halikarnas Balıkçısı’nın bir yazısında dile getirdiği gibi “harabe değil, yıkık bir cennet” olarak meraklı konuklarını ağırlamakta.

Knidos’ta, rengini yitirip yıkılmış fakat hala görkemini kaybetmemiş o sütun ve kaidelerin içinden yürüyerek geçmişe yaptığımız yolculuğu gün batımında, tepedeki fenerin yanında noktalıyoruz. Ege ve Akdeniz’in birbirinden ayrıldığı, geçmiş ile şimdininse tam da burada bir araya geldiği bu masalsı yerde güneş, Datça’nın meşhur rüzgârını da yanına alarak, utangaç bir kızıllığa bürünüp, kayboluyor.

Daracık sokakları, Muhtar Orhan’ın Kahvesi, taş evleri, evlerin etrafına dolanıp boy atmış eflatun, pembe-beyaz begonvilleri, zeytini, kekiği ve yıllara meydan okuyan yaşlılarıyla Eski Datça

Burası tam bulmak istediğimiz gibi... Anlatılanlar, dinlediğimiz, okuyup öğrendiğimiz gibi. Tek eksik üstad, Can Yücel! O da içtiği son kadeh şarabı bırakıp gitmiş; son yolculuğunda bir tek çok sevdiği günebakanlarını almış yanına! 1989 yılında Datça’ya yerleşen Can Yücel, aramızdan ayrılana kadar burada yaşamış, vefat edince de Eski Datça’ya gömülmüş. 

Eski Datça’nın sokaklarında yürüyoruz, taş evlerin arasından geçiyoruz, zeytin ağaçlarına dokunuyoruz” ne kadar da yaşlılar” diye… Sokaklarda dolaşırken, sebebini tarif edemediğim, nerden musallat olduğunu bilemediğim bir hüzün çöküyor üstüme…

………………………………

 

Bir başka yolculuk dalından düşmek yere

yaşadığından uzun

Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere

ağacın yüksekliğince

dalın yüksekliğince rüzgârda

ve bir yeni ömür

vardığın çimen yeşilliğince

 

Nerde gördüklerim

Nerde o beklediğim

Rengi başka,

tadı başka

                                                                                          Can Yücel- Başka Türlü Bir Şey

 

Sabah çay içmeye gittiğimizde bomboş olan sahile, merkeze dönüyoruz yemeğe…

Akşam olup da gün batınca bir bir masalar konuluyor kumsala. Bembeyaz masa örtüleri serilip, yemek için hazırlık yapılmaya başlanıyor. Balığın en âlâsı, rakının buzlusu hem de yanında taze badem… Datça’nın yerel tatlarıyla, bitmeyen sohbetlerle hadi kahvemizi içip kalkalımla biten cümlelerle akşamları Datça yine sessiz sakin adeta fısıltıyla geçiriyor vaktini…

Datça’da hazırlanan pek çok yemek ve mezenin içine badem konuluyor. Özellikle yoğurtla hazırlanan mezelerin üzerine bir kaşık ezilmiş badem konulmaya görsün, doyulmuyor o mezenin tadına! 

Seçenek çok; isteyene topraktan çıkanı, isteyene denizden tutulanı ikram ediyorlar deniz kenarına kurulan sofralarda!

Yarımada’nın bahçelerinde yetişen otlarla, zeytinyağıyla, denizden çıkan taze balıkla, deniz ürünleriyle hazırlanıyor yemekler. Badem, bal her derde deva… Yörede yapılan bir incirli badem tatlısı var ki midelere şenlik!

Söz hazır yemekten açılmışken, bahar aylarında şifa niyetine yenilen bir de “salyangoz yahnisi” var Datçalılar’ın. Yerlilerin “garaville” dediği yemek, baharın gelişiyle birlikte taze otları yemek için toprağın üstünde gezmeye başlayan siyah-beyaz renkli, küçük salyangozların toplanıp, pişirilmesiyle hazırlanıyor.

Garaville’nin pişirilmesi epey zahmetli dinlediğim kadarıyla: Toplanan salyangozlar önce bol su ile güzelce yıkanıyor. Yıkanan garavillenin kabuğuna bıçakla bir çizik atılıyor kolay pişsin, diye. Kaynamış suya konulup uzunca bir süre haşlanan salyangozlar süzülüp, soğuk suda yıkanıyor. Haşlama ve soğuk suyla yıkama işlemi üç defa tekrarlanılıyor. Ayrı bir tencerede ince kıyılmış soğan yağda pembeleşinceye kadar kavruluyor, bol küp doğranmış domates, ince kıyılmış kırmızı etli biber, dövülmüş sarımsak, bir dal kereviz yaprağı, kıyılmış maydanoz ilave ediliyor. İyice pişen harcın içine tuz ve karabiber konulduktan sonra haşlanmış garaville eklenip tekrar pişiriliyor. Piştikten sonra sıcak yeniliyor.

İklimi, havası, suyu öyle bereketli ki Datça’nın burada her türlü bitki rahatça yetişiyor.

Özellikle çay olarak kaynamış suya konulup içilen narpız, ısırgan, adaçayı, melisa; baharat olarak kullanılan biberiye, pelinotu, sumak… hepsinden bol bol var.

Datça’nın topraklarının bolluğunu, cömertliğini görmek için cumartesi günü kurulan Datça Pazarı’na uğramak lazım. Bu pazara karşı taraftan, Sömbeki’den, Nisiros’tan bile gelenler varmış.

Datça ve civarındaki köylerden gelenlerin bahçelerinde, tarlalarında yetiştirdiği ürünleri getirip sattığı pazarda yok yok! Yazsa mevsim Karaköy domatesi, Çengelköy’ü aratmayan kokulu salatalığı, Datça eriği… Sonra semizotu, pancar, akşam hazırlanacak ziyafet sofrasında başköşeyi alacak kabak çiçeği…

Tezgahlarda yaşanan renk cümbüşü görülmeye değer bu pazarda!

Bencik Limanı’nda başladığımız seyahatimizi yine orada, dönüp arkamızı bir gün batımında iki körfeze el sallayarak noktalıyoruz…

Yazın en hararetli günlerini yaşadığımız şu zamanda yolunuz düşerse Datça Yarımadası’na, kıyısında, köşesinde gezinin; kekik, melisa, yasemin kokularını doyasıya içinize çekin. Bir akşamüstü gün batımında sırtınızı şöyle yılların yorgunu bir zeytin ağacına dayayıp, kendi yolculuğunuza dalın, gidin! Bırakın rüzgâr saçlarınızı dağıtsın, keten gömleğinizi şişirsin; Knidos’lu emektar denizcilerin yelkeni misali… Hem, Datça rüzgarı bu belli mi olur; tutar çıplak Afrodit’in fısıltılarını getirir belki kekik kokuları arasında, taze badem dallarıyla… Hiç olmadı bir tutam uçarılık serpiştirir üzerinize rüzgâr gibi uçarcasına bir o kadar da keyifli yaşamanız adına!

Renkli Kalem Medya Grubu
Tüm Hakları Saklıdır ©