Smyrna’dan İzmir’e!
Geçmişi ilk insan yaşamına kadar giden İzmir, binlerce yıl boyunca kralların, imparatorların hep gözdesi oldu. Strabon’un “bütün kentlerin en güzeli” olarak tanımladığı İzmir, pek çok uygarlığa ev sahipliği yaptı
Yazı: Yrd. Doç. / Assistant Professor Dr. AKIN ERSOY
Bayraklı-Tepekule’deki Smyrna yerleşimi M.Ö.1. Bin’in ilk iki yüzyılında Aioller tarafından iskân edilmesinden hemen sonra İonların eline geçmiştir. Kent sakinleri İon, Aiol, Lyd, Frig, Kar ve Leleg olmak üzere farklı etnik gruplardan ibaretti. Bir kısmı ayağa kaldırılmış olan Athena Tapınağı zengin süslemeleri ve buluntuları ile Smyrna’nın M.Ö. 5. yüzyıla kadar süren zengin kent yaşamının bir simgesi olarak halen ayakta durmaktadır.
Az sayıda bulgu ile temsil ediliyor olsa da İzmir’de ilk insan yaşamına ilişkin kanıtlar Paleolitik Çağ’a kadar dayanmaktadır.
Takip eden süreçte, insanın üretici de olduğu Neolitik Çağ yaşamının günümüzden 9.000-8.000 yıl önce Ege kıyılarına ulaştığı kabul edilmektedir. Halen arkeolojik kazı çalışmaları sürdürülen Bornova Yeşilova Höyük, Urla Limantepe ve Kemalpaşa Ulucak Höyük’te bu döneme ilişkin yerleşim izleri ile küçük buluntular tespit edilmiştir. Yaklaşık M.Ö. 5 bin yıllarında tapınakları, konut alanları, sokakları, ilkel sur anlayışı ile tüm kentsel mekan organizasyonlarının tesis edildiği ve/ veya edilmeye başlandığı Kalkolitik dönem yukarıdaki yerleşimler ile birlikte Menderes Tahtalı Baraj Havzası’nda Baklatepe ve Selçuk Çukuriçi Höyükleri ile temsil edilmektedir.
İzmir ve körfezi sınırlayan coğrafyada Geç Kalkolitik Dönem’e ilişkin yerleşim ve bulgu sayısı ne kadar azsa, M.Ö. 3.300/3.000 yıllarında başlayan Erken Tunç Çağı’na ilişkin bilgilerimiz bir o kadar fazladır. Yüzey araştırmaları ve arkeolojik kazılarda İzmir ili sınırları içinde Küçük Yamanlar, Bornova İpeklikuyu, Pınarbaşı Tepebağ, Pınarbaşı Yassıtepe, Karaburun ’da Limancıkburnu, Örenyeri, Azmakyalısı, Menemen ’de Helvacıköy, Menengiçsekisi ve Bozköy gibi birçok noktada ve diğer pek çok yerde bu döneme ilişkin yerleşim izleri ve buluntular ele geçirilmiştir. Bu buluntu yoğunluğu bölgede nüfus artışının olduğunu gösterdiği gibi, ele geçirilen buluntular da ticaret, maden işleme ve tarımsal faaliyetlerin geliştiğini işaret etmektedir. Döneme ilişkin en yoğun araştırmaların yapıldığı ve M.Ö. 3.000 – 2.500 yılları arasına tarihlendirilen Erken Tunç I döneminin Urla Limantepe’deki yerleşiminde İç Batı Anadolu ile Balkanlar, Girit, Mısır ve Suriye ile ilişkiler kurulduğu, bu ilişkiler sayesinde zenginleşen kentin 2.500 – 2.300 yılları arasına verilen Erken Tunç II döneminde daha büyük bir alana yayıldığı tespit edilmiş, kentsel mekânları (liman, saray, tapınak vb.) ile Troia yerleşiminin İzmir’deki eş değeri olarak önerilmiştir.
M.Ö. 2000 – 1500/1450 yılları arasına verilen Orta Tunç Dönemi’nin başlaması ile birlikte Batı Anadolu’da sur inşa teknikleri, konut mimarisi, seramik yapım teknikleri, ölü gömme gelenekleri ve benzer konularda büyük değişiklikler yaşandığı Troia VI tabakası ile ortaya çıkarılmıştır. Bu dönemde Anadolu’da hem ulaşım hem de taşımacılıkta at kullanımının başladığı ve yine yazının Asurlu tüccarlar tarafından Anadolu’ya taşındığı bilinmektedir. İzmir’de Orta Tunç Çağı’nı güçlü şekilde Bayraklı-Tepekule, Urla Limantepe ve Menemen Panaztepe yerleşimleri temsil etmektedir. Gediz (Hermos) Nehri’nin denize ulaştığı noktadaki ovaya hâkim bulunan Menemen Buruncuktepe (Larisa) ve Selçuk Ayasuluğ Tepesi surları ve buluntuları ile İzmir kıyılarının siyasi merkezleri olarak değerlendirilmektedirler. M.Ö. 1500/1450 – 1100/1050 tarihleri arasına verilen Geç Tunç Çağı’nda İzmir, Orta Anadolu’da Hitit Devleti ile Ege Denizi ve Girit’te egemen olan Girit-Myken egemenliği arasında bir tampon bölge olarak kaldı. İzmir ve Ege kıyılarındaki diğer yerleşimler sadece Anadolu’dan gelen etkilere açık değildi. Aynı zamanda maddi kalıntıların da gösterdiği gibi Kıta Yunanistanı’ndaki Ahhiyawa Ülkesi’nin de etkisi altındaydılar. Bölgeye Hititlerin ilgisi her zaman olmuş, kimi zaman işgal ederek kimi zaman da yerel krallıklar ve/ veya beylikler aracılığıyla bölgeyi kontrol etmeye çalışmışlardır. Bölgenin Küçük Menderes havzasına hakim, Arzawa ve Gediz havzasına hakim Seha Nehri Ülkesi olarak tanımlanan beyliklerce paylaşıldığı, her iki beyliğin ardından da Mira Kralı’nın egemenliğine geçtiği bilinmektedir. Hitit metinlerinde Tismurna olarak geçen ve Bayraklı-Tepekule’de Erken Tunç Çağı’ndan itibaren kesintisiz iskân gören İzmir’in kendisinin bu gelişmelerden nasıl etkilendiği belirgin değildir.
Yaklaşık M.Ö. 1200 tarihlerinde Mısır metinlerinde “Denizden Gelen Kuzeyliler” olarak tanımlanan halkların tüm Anadolu, Suriye ve Filistin’i yakıp yıkarak Mısır’a ulaşmaları ile yine Yunanistan’da Dor adı verilen kavim ülkenin kuzeyinden, güneyindeki Peloponnessos’a (Mora Yarımadası) doğru hareketlenmesi sonucunda Troia Savaşı’na katılan, Yunanistan’ın bu dönemdeki yerleşik kültürünü oluşturan Myken Krallarının saray ve kentlerini tahrip etmişlerdir. Yunanistan’da Dorlardan kaçan Akhaların önemli bir kısmı daha önce ticaret ve benzer nedenlerle tanıdıkları Anadolu’nun Ege ve Akdeniz kıyılarına ulaştılar. Bu ilk göçmenlerden Aioller İzmir ve İzmir’in kuzeyindeki kıyı boyunu, İonlar ise İzmir’de Gediz’den (Hermos) Büyük Menderes’e (Meandros) kadar olan kıyı bölgelerine yerleştiler.
“En yüce gök kubbenin altında ve dünyanın en güzel ikliminde”
Batı Anadolu’da dört büyük nehir, bölgenin derinliklerinden gelerek Ege Denizi’ne ulaşırken geçtiği noktalarda tarımsal zenginliği ve ürün çeşitliliği sağladığı gibi iç bölgelerden çeşitli tarımsal ürünlerin, yeraltı zenginliklerinin kıyı bölgelere ulaşmasını sağlayan ticari ve kültürel yol akslarının da oluşmasını sağlamıştır. Bunlardan İzmir il sınırları içinde denize ulaşan Kaystros’un (Küçük Menderes) üzerinde Ephesos, Hermos’un (Gediz) üzerinde Smyrna yer almaktadır. Üçüncüsü Kaikos (Bakırçay) ise Pergamon’un yanı sıra Gryneion ve Pitane gibi Aiol kentlerinin kültür ve zenginliğine katkıda bulunmuştur. M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Herodotos, İzmir’in bulunduğu coğrafyayı “Dünyanın en güzel iklimi İonia’dadır” şeklinde tanımlarken, İzmir’in kuzey alanını “Aiolis’in toprakları daha verimli fakat havası daha kötüdür” şeklinde betimler. İlk göçlerin tamamlanmasından sonra uygun iklim koşulları, coğrafik konumu ve bu konumuna bağlı olarak doğu ve batı kültürlerinin bir araya gelmesi ile İzmir merkezli bölgede kısa sürede göz alıcı bir kültür ortamı ortaya çıkmış, İzmir’deki antik kentlerin her birinin rol aldığı bu uygarlık Helen edebiyatı, bilimi ve felsefesinin temellerini oluşturmuştur. Helen yazınının ve Batı kültürünün temel kaynaklarından olan İlyada ve Odysseia destanları Smyrnalı Ozan Homeros tarafından ilk kez M.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınmıştır. M.Ö. 7. yüzyılın sonunda, tüm varlıkların özünde su bulunduğunu öne süren Miletoslu Thales, M.Ö. 6. yüzyılda her şeyin değiştiğini savunan doğa felsefecisi Herakleitos bölgedeki bilim ve felsefenin güçlü temsilcileri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Bayraklı-Tepekule’deki Smyrna yerleşimi M.Ö.1. Bin’in ilk iki yüzyılında Aioller tarafından iskân edilmesinden hemen sonra İonların eline geçmiştir. Kent sakinleri İon, Aiol, Lyd, Frig, Kar ve Leleg olmak üzere farklı etnik gruplardan ibaretti. Bir kısmı ayağa kaldırılmış olan Athena Tapınağı zengin süslemeleri ve buluntuları ile Smyrna’nın M.Ö. 5. yüzyıla kadar süren zengin kent yaşamının bir simgesi olarak halen ayakta durmaktadır.
İzmir’in kendisinde ve diğer İonia kentlerinde, Yunan kaynaklarına göre, kuruluşlarından itibaren Yunanistan’daki kurucu kentlerin siyasi geleneğini sürdürerek önce kralların, sonrasında ise Aristokratların ve hemen ardından Tiranların iktidara geldikleri görülmektedir. M.Ö. 8. yüzyıl boyunca, Smyrna’nın bu sırada etkinliği Ege kıyılarına ulaştığı bilinen Frig Krallığı ile ilişkileri çok fazla bilinmemektedir.
M.Ö. 7. yüzyıla gelindiğinde bu krallığın yerini alan Gyges önderliğindeki Lydia’nın, Ege kıyılarındaki İon kentlerini kontrol etme isteği onun Smyrna’ya yönelmesini sağlamış, Smyrna ise bu egemenliğe birçok kez direnç göstermiştir. Bu yüzyılda kent için bir başka tehlike Kimmerler olmuştur.
M.Ö. 6. yüzyıla girerken Lydia Krallığı’nın başına Alyattes’in geçmesi ile kıyı Ege kentleri üzerindeki Lydia etkisi açıkça görülmektedir. Nitekim Alyattes Smyrna’yı ele geçirmiş, ardından kral olan Kroisos, M.Ö. 6. yüzyılın ortalarında Aiol ve İon kentleri üzerinde mutlak kontrolü sağlamıştır. Kroisos Anadolu’nun Ana Tanrıça kültü ile Helen tanrılarından Artemis’i bir araya getiren ve İonlarla yerli halk arasında uzlaştırıcı ve birleştirici bir kültün, Ephesos Artemisi’nin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı tarihlerde İran merkezli Perslerin Anadolu’da sahne aldıkları görülür. Perslerde iktidara Kyros’un geçmesi ile Lydia’nın M.Ö. 6. yüzyılın ilk yarısında Batı Anadolu’da kurduğu hakimiyet M.Ö. 546’da Kroisos’un yenilmesi ile sona ermiş, Perslerin kontrolüne geçmiştir. Pers egemenliği M.Ö. 4. yüzyılın sonuna kadar yaklaşık 200 yıl boyunca sürmüştür. Perslerin kısa bir süre içinde Phokaia, Teos, Smyrna gibi kıyı kentlerini ele geçirdiği bu dönemde Uzakdoğu’dan Anadolu’ya karayolu ile gelen ipek, baharat ve benzeri malların Anadolu’da en son ulaştığı ve buradan deniz yoluyla Batı’ya aktarıldığı nokta İonia’nın kıyı kentleri olmuştur. Perslerin tesis ettiği imparatorluk yollarından en önemlisi Pers topraklarındaki Susa kentinden başlayarak Sardis’e ve buradan Phokaia, Smyrna ve Ephesos’a ulaşan Kral Yolu idi.
İskender kenti Pagos’a taşıdı
Perslerin Ege ve Anadolu kıyılarındaki egemenliğine son vermek üzere M.Ö. 334’te Çanakkale Boğazı (Hellespontos) üzerinden Anadolu’ya geçen Makedonya Kralı İskender, Granikos Çayı (Biga Çayı) üzerinde Persleri yenilgiye uğratmış, savaşı takiben Perslerin Satraplık merkezi olan Sardis’i ele geçirmiş ve ardından Ephesos’a ilerlemiştir. İskender’in Ephesos’a ilerlerken Sardis ile Ephesos arasında kalan yolu Bozdağlar üzerinden mi, yoksa Kemalpaşa (Nymphaion) üzerindeki Karabel Geçidi’nden mi, yoksa Smyrna üzerinden mi geçtiği tartışmalıdır. Ancak M.S. 2. yüzyılda yaşayan Pausanias’ın Smyrna’nın şimdiki yerine taşınmasına neden olacak hikayesinde Kadifekale (Pagos) tepesinde avlanan ve yorgun düşen İskender’in buradaki Nemesis Tapınağı’nın kutsal alanındaki bir kaynak ile bir çınar ağacının altında uyurken görmüş olduğu bir düşü anlatması İskender’in bizzat Smyrna üzerinden Ephesos’a yöneldiği şeklinde yorumlanabilmektedir. Ancak hikayenin Smyrna’nın Bayraklı-Tepekule’deki yerinden şimdiki yerine taşınması olayından çok sonra kaleme alınmış olması İskender’in Smyrna’ya uğradığı konusunda şüphe uyandırmaktadır. Her ne güzergâhtan olursa olsun İskender’in askerlerinin Smyrna ve Ephesos’u kontrol altına alarak, buradan Batı Anadolu ve Akdeniz’in kıyı şeridi boyunca bilinen tüm kentleri ele geçirerek Doğu’ya ulaştığı bilinmektedir.
İskender’in bölgeden ayrılmasından ve M.Ö. 323’te erken ölümünden sonra Yunanistan’dan Hindistan’a kadar onun ele geçirdiği topraklar kısa süreli bir kargaşa döneminden sonra komutanları tarafından bölge bölge paylaşılmıştır. Buna göre İzmir ve çevresine hakim olan komutanlar Antigonos ve ardından Lysimakhos, kendi paylarına düşen bölgelerde Perslerin büyük ölçekli zengin hazinelerini kullanarak dönemin jeostratejik koşulları çerçevesinde yeni kentler kurmuşlardır. Yeni koşullarda eski kentlerin bir kısmı önemini kaybetmiş, bazı kentlerin ise önemi artmıştır. Kentler arasında yeni yollar açılmış, eski yolların bir kısmı yeniden onarılmıştır. Yeni yapılanmanın İzmir’de de yansımaları olmuştur. Yeni süreç en fazla Smyrna ve Ephesos’da gözlemlenmektedir. Zira bu iki kent bu tarihe kadar yüzyıllar boyunca yaşadıkları yerlerinden dönemin siyasi ve askeri gerekleri nedeniyle daha organize ve daha stratejik olan yeni yerlerine taşınmışlardır. Smyrna halkı Bayraklı- Tepekule’deki yerlerinden Kadifekale (Pagos) ile şimdiki liman arasında kalan yeni kente, Ephesos ise St. Jean Kilisesi’nin bulunduğu Ayasuluğ Tepesi ve Artemis Tapınağı arasında kalan eski yerinden şimdiki Ephesos’un bulunduğu vadiye taşınmak zorunda kalmıştır.
Ephesos ve Smyrna halkının bu yer değişimini olumlu karşılamadıkları bilinmektedir. Ephesos’da Lysimakhos kent halkına bir anlamda zor kullanarak yer değiştirtmiştir. Kral,söylencelere göre halkın direncini, yağmur yağdığında kentin su kanallarını kapattırıp evlerini su basmasını sağlayarak kırmıştır. Lysimakhos’un Teos, Lebedos ve Kolophon’dan gelen göçmenleri de yeni kentte Ephesoslularla birlikte iskân ettiği bilinmektedir. Smyrna’da ise, halkın direncini kırmak için tanrıların yardımı gerekmiştir. Smyrnalılar İskender’in Kadifekale’de gördüğü rüyanın ne anlama geldiğini dönemin en önemli kehanet merkezlerinden biri olan Klaros Apollonu’na (Menderes-Değirmendere- Ahmetbeyli) danışmışlar ve tanrı Apollon onlara “Kutsal Meles’in ötesindeki Pagos’da oturacak olanların üç dört kat mutlu olacakları” cevabını vermiştir. Bayraklı-Tepekule’de oturan Smyrnalılar ancak bu kehanet üzerine yeni kente yerleşmeyi kabul etmişlerdir.
Yeni yerlerine taşınan kentlerde ve diğerlerinde bir Yunan kentinde olması beklenen surlar, tapınaklar, tiyatro, stadium ve agoralar gibi anıtsal mimari yapıların çoğu Lysimakhos döneminde Smyrna’da inşa edilmiştir. Yine her iki kentte de bu yapılar dönemin çağdaş plan anlayışını yansıtan birbirini dik kesen sokaklardan ibaret olan ızgara kent planına göre yerleştirilmiştir. Bu süreçte, kentlere, antik dönemde yaygın bir uygulama olan kraliyet ailesi üyelerinin adları verildiği görülmektedir. Bu çerçevede Lysimakhos ölünceye kadar kısa bir süre için de olsa, isimleri yüzlerce yıldır bilinen Ephesos’un adı Lysimakhos’un eşinin adı olan Arsinoeia, Smyrna’nın adı ise kızının adı olan Eurydikeia olarak değiştirilmiştir.
Stratejik öneminden dolayı İzmir, Lysimakhos’un ölümünden sonra Mısır merkezli krallık olan Ptolemaioslarla Suriye merkezli bir krallık olan Seleukosların M.Ö. 3. yüzyıl boyunca çatışma alanı olmuştur. Bu çatışmaya bir süre sonra Bergama merkezli Pergamon Krallığı da eklenmiştir. Pergamon Krallığı önce kendi gücü, daha sonra da Roma’nın desteğiyle yaklaşık 100 yıl boyunca bölgede egemenliği elinde tutmuştur. M.Ö. 2. yüzyılda, Pergamon Krallığı’nın sınırları içerisinde kalan kentlerden Smyrna ve Ephesos içişlerinde özgür, vergi muafiyeti olan, ticaret ve liman kentleri olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Attalos II’nin ölümünden sonra M.Ö. 138’de kral olan Attalos III, beş yıllık iktidarı sonunda vasiyet yoluyla, zaten Roma’nın garantisi ile elinde bulundurduğu krallık topraklarını Roma’ya bırakmıştır.
Roma’ya yakın kentler özgürdü
M.Ö. 129’da, başta yönetim merkezi Ephesos olmak üzere İonia, Aiolis, Lydia, Mysia, Karia ve Phrygia’nın bir bölümünü kapsayan bölgede Roma’nın Asia Eyaleti tesis edilmiştir. Smyrna, Ephesos ve Pergamon Roma’ya yakın olmanın mükâfatını alarak özgür kent statüsünü korumuş, iç işlerinde özgür bırakılmış, para basma hakları olmuştur. Romalılar başlangıçta Pergamon Krallığı’nın mali ve hukuk sistemine uygun davranmışlardır. M.Ö. 123’te çıkarılan bir kanunla vergilerin mültezimler (vergi tahsildarları) tarafından toplanmasına ilişkin kanunun yürürlüğe girmesi eyalette hoşnutsuzluk yaratmış, mültezimler kendi gelirlerini mümkün olduğunca arttırmak için eyaletin zenginliğini alabildiğince sömürmüşlerdir. Bu hoşnutsuzluk Pontus Kralı Mithradates VI’nın bölgedeki siyasi çıkarları ile örtüşmüş, eyalet halkı onu kurtarıcı ve kahraman olarak karşılamış, M.Ö. 88 yılında Ephesos’da 80 bin civarında Roma vatandaşı katledilmiştir. Mithradates VI’nın Pergamon, Ephesos ve Smyrna’nın da desteğini aldığı anlaşılmaktadır. Ephesos ve Smyrna, Mithradates VI ile savaşmak üzere Anadolu’ya gönderilen Romalı komutan Cornelius Sulla tarafından, verdikleri destek nedeniyle sert bir şekilde cezalandırılmışlardır. Sulla’yı takiben bir süre sonra bölgeye gelen Roma’nın önemli devlet adamlarından Hatip M. Tullius Cicero, Smyrna’ya uğradıktan sonra Roma’ya döndüğünde saygınlık bakımından Smyrna’yı, Pergamon ile eşit saydığını ifade ederek kentin Roma’nın gözünde yitirdiği prestiji geri vermek istemiştir. Cicero’nun çabasıyla yeniden eski prestijini kazandığı anlaşılan Smyrna, İzmir’in kuzeyindeki Aiolis ve Kuzey İonia kentleri ile Magnesia (Manisa) ve Nymphaion’u (Kemalpaşa) içine alan bir idari ve yargı bölgesinin merkezi olmuştur.
Bütün kentlerin en güzeli
M.Ö. 1. yüzyılın ilk yarısında İzmir ve Batı Anadolu’ya Mithradates’in neden olduğu kargaşa imza atmışken, ikinci yarısında bu kez Roma’daki siyasi çekişmeler damgasını vurmuş ve bu çekişmeden bölge etkilenmiştir. Örneğin M. Antonius, M.Ö. 31’de Aktium Savaşı’nda yenilinceye kadar sürecek uzun soluklu iktidar mücadelesinde İzmir’in ve Batı Anadolu’nun zenginliğini kullanmıştır. Roma’daki iktidar mücadelesinin Augustus lehine sonuçlanması ile Roma’da imparatorluk dönemi başlamıştır. Yeni dönemle birlikte Akdeniz coğrafyasında ve diğer tüm imparatorluk topraklarında Pax Romana adıyla bilinen barış ortamının sağlanması Smyrna’nın refah düzeyini de yükseltmiştir. Öyle ki, bu sıralarda yaşamış olan Strabon, Smyrna’yı “bütün kentlerin en güzeli” olarak tanımlayacaktır. Strabon’dan bu sırada Smyrna’da mermer caddelerin olduğu, Homereion, Gymnasion ve Ana Tanrıça Tapınağı gibi yapıların varlığı öğrenilmektedir. İmparatorluğun bu refah ortamında Smyrna’nın yanı sıra Ephesos ve Pergamon’da da gerçekleştirilen anıtsal yapı projeleri ile bu üç kent arasında oluşan bölgenin birinci kenti olma yarışı imparatorluk dönemi boyunca devam etmiştir.
İzmir’in İonia ve Aiolis kentleri milattan sonraki ilk yüzyıl içinde ilki M.S. 17 yılında, diğeri Claudius (M.S. 41-54) zamanında iki büyük depremle tahrip olmuştur. İlk depremin İonia kentleri üzerinde yıkıcı bir etkisinin olmadığı, daha çok İzmir’in kuzeyindeki Aiolis kentlerini tahrip ettiği anlaşılmaktadır. Ancak ikinci deprem özellikle Smyrna ve çevresine büyük zarar vermiştir. Bölgede fazla uzun sayılmayacak sürelerle meydana gelen depremlerin halk arasında sürekli bir tedirginlik yarattığı, örneğin M.S. 64’te, son depremden en az on yıl sonra kente gelen Tyanalı Apollonius’un denizden ve depremden gelecek felaketlerden korusunlar diye tanrılara dua ettiği görülmektedir. Smyrna ve İzmir’deki diğer Yunan kentlerinde depremin etkilerinin kısa sürede giderildiği anlaşılmaktadır.
İonia kentleri için en sakin ve parlak süreç Traianus ve Hadrianus dönemleridir. Örneğin Traianus zamanında Smyrna’ya bayındırlık işlerinde kullanılmak üzere para gönderilmiş, Nemesisler Tapınağı için heykeller ve resimler satın alınmış, Smyrna-Pergamon yolu onarılmıştır.
Traianus’dan sonra imparator olan Hadrianus, Ephesos ve Smyrna’ya ziyarette bulunmuş, iki kent arasındaki rekabetin farkında olan imparator ayrım yapmamak için her iki kente de kendi adına tapınak yapılmasına izin vermiştir. Böylece her iki kent de ikinci kez Neokoros, yani imparator tapınağına koruyucu olma unvanına sahip olmuşlardır. İmparator Smyrna’ya ayrıca bağışladığı para ile kentte kendi tapınağının yapılmasına mali destek sağlamış, bir tahıl silosu (Granarium) ve Gymnasium inşa edilmiştir. İmparator rekabetteki üçüncü kent olan Pergamon’da da yarım kalmış olan Traianus Tapınağı’nın bitirilmesini sağlayarak her üç kente de eşit mesafede olduğunu göstermek istemiştir.
Hadrianus döneminde Asia Eyaleti’nde vali olarak görev yapan İmparator Antoninus Pius (M.S. 138-161) zamanında İzmir yine bir depremle sarsılmıştır. Tarihi kesin olmasa da yaklaşık M.S. 151-160 yılları arasında meydana gelen depremin sarsıntılarının Smyrnalıları ve Ephesosluları tedirgin ettiği, Midilli Adası’nı tahrip ettiği bilinmektedir. Depremin tedirginliği geçmeden İzmir bu kez veba salgınıyla karşı karşıya kalmıştır. İmparatorların bölgeye ve Smyrna’ya ilgisi tarihsel süreçte hep görülmektedir. Nitekim Roma’nın son büyük imparatoru olarak kabul edilen Marcus Aurelius ile oğlu Commodus 175/6’da Doğu eyaletlerine yaptıkları ziyaret sırasında Smyrna’ya uğramışlar, kentin güzelliğine hayran kalan imparator yeni kamu yapılarının inşası için yardımlarda da bulunmuştur.
İmparator bu ziyaret sırasında Smyrnalı entellektüel Ailios Aristides ile tanışarak yakın dostluk kurmuştur. Bu ziyaretten kısa süre sonra Smyrna, tarihinin belki de en büyük deprem felaketlerinden birini yaşamıştır. Kentin büyük bölümü harabe haline gelmiş, tapınakları, devlet agorası, tiyatrosu yıkılmış, zeminde büyük yarıklar oluşmuş, yangınlar çıkmış, liman tesisleri büyük hasar görmüş ve çok sayıda insan ölmüştür. Aristides imparatorla kurduğu dostluğa güvenerek ona mektup yazarak, kentin durumunu anlatıp yardım istemiştir. İmparator bu istek üzerine kentin imarı için Roma Senatosu’ndan ödenek sağlamış ve 10 yıl süreyle kentin vergilerini ertelemiştir.
Liman kenti zenginliği
Smyrna’nın zenginliği kendi kırsal alanlarındaki ürün çeşitliliği ve bolluğunun yanı sıra kendi ürünleri ile eyaletin diğer kentlerinin mallarının kentin limanından Akdeniz coğrafyasına ihraç edilmesinden kaynaklanıyordu. Aynı zamanda kent Doğu’dan ve Batı’dan gelen malların diğer bölgelere aktarılmasında da önemli rol oynuyordu. Ephesos ve Smyrna başta olmak üzere eyalet kentlerinin zenginleşmesi bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kentin deniz ticareti dünyanın çeşitli ülkelerinden tüccarların bu kentlerde iş yapmalarına ve ikâmet etmelerine neden olmuştu. Yine bu kentlerde eskiden beri burada oturan Helenleşmiş yerli halkın yanı sıra, zamanla az çok Hellenize olmuş İtalik kökenli Roma vatandaşları ile azımsanmayacak sayıda Yahudi nüfusu barınmaktaydı.
M.S. 2. yüzyıldan başlayarak toplumun alt tabakalarında imparatorluğun çok tanrılı pantheonuna ilave olarak Mısır’dan gelen mistik dinlerin yanı sıra Hıristiyanlık inancının giderek daha güçlü bir şekilde yayıldığı görülmektedir. İzmir, M.S. 1. yüzyıl boyunca St. Paul ve ardından Ephesos’ta ölen Meryem Ana ile Aziz Yahya’yı (St. Jean) ağırlamıştı. Bu nedenle başta Ephesos olmak üzere Smyrna ve Pergamon’da Antakya’dan sonra en eski Hıristiyan toplulukları oluşmuştu. St. Jean’ın öğretileri doğrultusunda hareket eden bu topluluklar, Roma’nın Asia Eyaleti’ndeki yedi büyük kentte ciddi olarak örgütlenmişler ve Hıristiyanlığın resmi din olmasının ardından anıtsal nitelikte yedi kilise inşa etmişlerdir. Bunlardan üçü ilk Hıristiyan cemaatlerin olduğu Ephesos, Smyrna ve Pergamon’da idi. Havarileri en son gören ve St. Jean’ın öğrencisi de olan Smyrna Piskopos’u Polikarpos, M.S. 2. yüzyılda en önemli Hıristiyan kişiliklerden biri olarak cemaatin önderi durumunda idi. M.S. 155 yılında, Asia Eyaleti Kentleri Birliği’nin Smyrna Stadiumu’nda yapılan şenlikleri sırasında bir grup Hıristiyanla birlikte tutuklanan Polikarpos, Stadium’da Pagan ve Yahudilerin istekleri doğrultusunda öldürülmüştür.
M.S. 2. yüzyılın sonunda Septimus Severus’un imparator olması üzerine Smyrnalıların onun adına Severia şenlikleri düzenlediği bilinmektedir. Belki de bu jest nedeni ile Asia Eyaleti’nin ana yollarından biri olan Smyrna-Sardis yolunun onarımı yapılmıştır. Severus yerine imparator olan Caracalla’nın M.S. 214/5 yılında kenti ziyaret ettiği ve kendi adına bir tapınak inşa edilmesine izin verdiği görülmektedir. Böylece Smyrna üçüncü kez Neokoros unvanı alarak bunu rekabet halinde olduğu Pergamon ve Ephesos’a karşı bir övünç kaynağı olarak görmüştür. Caracalla sonrası süreç Asker İmparatorlar veya Anarşi Dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde imparatorluğu, orduları tarafından imparator seçilen komutanlar yönetmiştir. Bu imparatorların sınırlı yetenekleri imparatorluğun idaresinde sorunlar yaratmış olmasının yanında sınırlardaki bitmek bilmez savaşlar başta devletin maliyesinin bozulmasına neden olmuştur. İmparatorluğun yaklaşık iki yüzyıldır koruduğu dengelerin her ne nedenle olursa olsun bozulmaya başlaması, yönetimde çözülme ve gevşemeye neden olmuştur.
M.S. 3. yüzyılda Sasaniler ve Germenler arasında sıkışan imparatorluk ancak yüzyılın sonuna doğru imparator olan Diocletianus döneminde ülke topraklarının Doğu ve Batı Roma olarak iki idari bölge şeklinde yapılan düzenlenmeler ve ardından M.S. 324’de imparator olan Constantinus I döneminde yapılan reformlarla bir süre için nefes almıştır. Constantinus I zamanında Hıristiyanlığın resmi din olması, yukarıda ifade edilen dinsel kimlikler ve M.S. 431’de Meryem Kilisesi’nde Konsil toplantısının yapılması Ephesos’u ön plana çıkarmıştır. İustinianus (527-565) zamanında Ayasuluğ Tepesi üzerinde inşa edilen ve çok tanrılı eski kültürün en önemli kutsal merkezlerinden biri olan Artemis Tapınağı’nın karşısına onunla yarışacak kadar anıtsal St. Jean Kilisesi’nin inşa edilmesi de Ephesos’un ön planda olmasının bir sonucuydu.
7. yüzyıldan 8. yüzyılın başlarına kadar Sasaniler ve Emeviler tarafından birkaç kez tehdit edilen İzmir’in, son hedef olan İstanbul’dan önce önemsenmesi gereken bir istasyon durumunda olduğu görülmektedir. Bu iki yüzyılda, Müslümanlığın yükselişine paralel olarak dinsel tasvir ve nesnelere yönelik Tasvir Kırıcılık hareketi toplumsal sorunlar ve kargaşa ortamı meydana getirmiştir. Smyrna Agorası kazılarında bu döneme ilişkin kesinti olmasını bu durumun yarattığı ekonomik koşullarla ilişkilendirmek mümkündür. 9. yüzyılda imparatorluk idaresinde yeniden kısmi olarak yeniden örgütlenen imparatorluk topraklarında kendi bölgesinin idari merkezi konumuna gelmiştir. Bununla birlikte İzmir, Ephesos’un zaten giderek bir liman kenti olarak önemini kaybetmesine bağlı olarak askeri ve ticaret limanı olarak Ege’nin en önemli liman kenti olmuştur. bir yükselişin olması ile birlikte İzmir, idari
Türklerin Çaka Bey’le İzmir’e girişi
Türklerin askeri olarak Anadolu topraklarında sahne aldıkları 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir süre sonra 1081’de Çaka Bey karada ve denizdeki başarılarıyla İzmir ve çevresinde ilk kez bir Türk egemenliğini tesis etmiştir. Ancak, Bizans ve Selçuklular arasında kalan Çaka Bey’in egemenliği uzun ömürlü olmayacak, bölgede Haçlıların desteğiyle 1097’de tekrar Bizans egemen olacaktır. Buna rağmen, Türklerin bölgeye ve kıyılara yönelik talepleri devam etmiş, özellikle kırsal alanları kontrol altında tutmuşlar, bazen de Bizans’ın merkezi iktidarının zayıflaması sonucu ortaya çıkan yerel birer derebeyi olan Tekfurlara destek vererek nüfus sahibi olmuşlardır. Nitekim merkezi iktidarın zayıflığı 1204’teki Haçlı Seferi sonrasında devletin parçalanmasına neden olmuş, Bizans’ın soylu ailelerinden Laskarisler İznik merkez olmak üzere bir devlet kurduklarında İzmir bu devletin kontrolü altına girmiştir. Bir süre sonra Laskarisler idari merkezi Kemalpaşa’ya (Nymphaion) taşımış, İzmir devletin en önemli ticari ve askeri limanı olma konumuna gelmiştir. Özellikle İoannes III Vatatzes zamanında imparatorun dindar kişiliğine bağlı olarak çok sayıda manastır inşa edilmiş ve/veya ihya edilmiş, İzmir’de Kadifekale’deki iç kalenin ve Liman Kalesi’nin savunması güçlendirilmiştir. Laskarislerin özellikle İzmir merkezli olarak Akdeniz’de ticareti ellerinde bulunduran Cenevizlilere bu dönemde imtiyazlar verdiği görülmektedir. Bu imtiyazlar İzmir Limanı ve Liman Kalesi’nin ticari kontrolünün tümüyle Cenevizlilerin kontrolüne geçmesini sağlamıştır. Böylece kent idari yönden Laskarislerin elinde olsa da ekonomik yönden Cenevizlilerin eline geçmiştir. 1261’de İstanbul’un Latinlerden geri alınmasıyla tekrar devletin merkezi durumuna gelmesi İzmir’i merkezi idarenin ilgisinden yoksun bırakmıştır. Tüm bunlar olurken Türklerin ilgisi ve nüfusu İzmir ve çevresinde giderek artmıştır.
Türklerin nüfusunun artması ile birlikte Birgi’yi merkez seçen Mehmet Bey önderliğindeki Türklerin 1308’den itibaren Aydınoğulları adı altında İzmir ve çevresinde egemenlik oluşturdukları görülmektedir. 1317’de Kadifekale’deki iç kale Aydınoğullarının kontrolüne geçmişse de Liman Kalesi Cenevizlilerden alınamamıştır. Böylece Laskarisler tarafından güçlendirilmiş olan bu iki kale iki ayrı siyasi ve askeri gücün kontrolünde kaldı. 1327’de Umur Bey tarafından Liman Kalesi’nin de alınmasıyla İzmir tümüyle Türk egemenliğine geçmiş oldu. Ulu Bey zamanında beyliğin merkezi konumuna gelen İzmir geleneksel olarak beyliğin en önemli ticari ve askeri limanı olma özelliğini sürdürdü. Ancak Batılı Hıristiyan güçlerin ticari çıkarlarını güçleştiren bu durum karşısında 1344’te bir Haçlı seferi düzenlenmişse de sadece Liman Kalesi ele geçirilmiştir.
14. yüzyılın sonuna doğru giderek gücünü kaybeden Aydınoğullarının toprakları giderek büyümekte olan Osmanlıların eline geçerken Yıldırım Bayezid tarafından Liman Kalesi uzun süre muhasara edildiyse de ele geçirilememiştir. Kalenin fethi Aralık 1402’de Timur’a nasip olacaktır. Timur sonrasında bir süre İzmiroğlu Cüneyd Bey tarafından kontrol edilen İzmir ve çevresi kısa süre sonra Çelebi Mehmet zamanında Osmanlıların yönetimine geçmiştir. 1422 yılında II. Murat zamanında İzmir, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olur. 17. yüzyılda İzmir, İmparatorluğun en önemli ticaret merkezlerinden biridir. Özellikle Osmanlı idaresinin Avrupa’ya sağladığı kapitülasyonlar nedeniyle yabancı ülkelerin konsolosluklarında artışlar olmuştur. Bu konsoloslukların ticari faaliyetlerde bulundukları ve her birinin kendi rıhtımı olduğu ve bu gemilerin buralara demirledikleri bilinmektedir. Kent 18. ve 19. yüzyıllarda Fransız, İngiliz, Hollandalı ve İtalyan tüccarların gözdesidir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda çok uluslu bir ticaret şehri olan İzmir I. Dünya Savaşı’ndan sonra 15 Mayıs 1919’da işgal güçleri tarafından işgal edilir. Bu işgal 9 Eylül 1922 yılında sona erer. Ancak, İzmir 13 Eylül sabahı tarihinin belki de en büyük felaketlerinden birini yaşamaktan kurtulamaz. Basmane semtinde başlayan yangın 2 milyon 600 bin metrekarelik bir alanda 20 binden fazla ev ve işyerini tahrip eder. Bu yangın ne yazık ki kentin dörtte üçünü tahrip etmiştir. Ancak İzmir, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte Zümrüdü Anka kuşu gibi kendi külleri içinden yeniden doğar.